Salı, Şubat 23, 2016

Şiire Yolculuk


İkinci atölye yarın başlıyor.  Sıcak gülümseyen insanların iyi insanlar olduklarını düşünmüşümdür hep.  Aynı okuldan, şiir yolcusu ve destekleyici biri ise bu kişi daha da iyi.  Heyecanlıyım.  Hayatın birbirine dolanmış elektrik kabloları gibi olduğu bir anda, şiir şiir gülümsemek, belki de en zoru. Herşeyi bir kenara bırakıp, ümit etmeye devam edebilmek, iyi ve kötü dengesinde adalet ararken, kısacık bir an da olsa soluklanmak gibi şiir.  Hadi bakalım..

Perşembe, Aralık 31, 2015

Ikarus Kışın Uçsa

Karla kaplı bir sabaha uyandık.  Yılın son günü.  Yeni bir yılın kapı eşinde, içeri girdik gireceğiz durumdayız.  Vicdan ve hayat  muhasebelerinin hep de yıl sonunda yapılıyor olması ilginç. Halbuki, her an devam eden, uyanır uyanmaz yapmaya başladığımız bir şey değil mi bu? Ne yapmalı? Nasıl olsun? Kararım doğru mu? Ya yanlışsa? Ya göremediğim bir şeyler varsa?  Diğer seçenekler? Kime sormalı? Kime danışmalı?

Babası, balmumu ve güvercin tüylerinden oluşan kanatlarını Ikarus'a verirken şöyle der:
"Dikkat et! Çok aşağıdan uçma, deniz damlacıkları tüylerini ıslatabilir; ve çok yüksekten de uçma, yoksa güneş balmumunu eritebilir.  Sadece beni takip et."

Karar verirken, ılımlı ve dengeli olabilmeyi, kanatların özgürlüğünden sarhoş olmamayı ve verilen hayati öğüdü unutmamayı başarmak epey bir iş.  Hatta bir zanaat.  Zamanla öğrenilen, beceriler geliştikçe, ince ince işlendikçe ortaya çıkan bilgelik belki de.  İçimizde hem Ikarus'un hem de onu uyaran babasının sesleri ile veriyoruz kararlarımızı.  Ne söyleyeceğimiz, ne tepki vereceğimiz, hangi akili takip edeceğimizi duysak da duymasak da bu seslerle belirliyoruz.  Hikayedeki gibi her birimizin içinde, denemek, yükselmek, sonucunu hesaplamadan eğlenebilmek isteyen bir ergen ve kanat tasarlayabilecek, gökyüzüne sadece bakabilme kaderini değiştirebilecek teknik bilgi ve hayal gücüne sahip, yine de tehlikelerini bilen bir baba var.

Cevap denge.  Vicdan muhasebesi ve yıl sonu envanter sayımı yaparken, kanatlarımı ıslatmadan ve eritmeden yol alabildim mi?  Yer ve gök arasında, dengeli ve akışkan bir hava koridorunda irtifamı ne kadar tutturabildim?  Ya diğerleri? Yolumun kesiştiği diğer Ikaruslar ve babalarıyla nasıl paylaştım gökyüzünü? İçim rahat mıydı? Manzaranın tadını çıkarabildim mi?  Kuleden çıkmadığım anlar oldu mu?

Karlı bir günde, güneşe doğru uçan uçarı Ikarus nerden aklıma geldi? Demek ki diyor iç sesim, kendine şu yıl sonu mesajını veriyorsun:

"Dikkat et! İç seslerini duy! Seni korumaya çalışan bilgeye de, keşfetmeye yönlendiren enerjinin sesine de kulak ver.  Her ikisi de iyiliğin için var.  Senin işin, onları dengede tutmak.  Cevap bir başkasında değil.  Sende.  Bilge dışarıda değil.  Teknikleri öğren.  Uyarıları duy.  Kanatlar senin sırtında.  Neyi, ne kadar yapabileceğini bil.  Dengede kal.  Diğerleriyle, uyumla uç.  Kendini, sev. Kendin dışındakileri sev.  Sen, her ikisinin ortak noktasındasın."

Huzurlu, barış dolu ve sağlıklı bir yıl olsun.    

Salı, Aralık 22, 2015

Parmak Uçları


Eller ilginç aletlerdir.  Beyinde olup biteni, en ileri teknoloji yazıcılara taş çıkartacak kadar mükemmellikte boyutlu hale dönüştürürler.  Baş parmağın kullanılabilmesi ve kavrama yeteneği ile birlikte hız kazanan gelişimin önemli mimarları olmaları şaşırtıcı değil.  Ellerini insan ırkı gibi kullanabilen, bilinci parmak uçlarına akıtabilen başka bir canlı daha yok.  Böyleyken, sağılması gereken bereket çeşmeleri demek geliyor içimden.  Sadece izlemek, okumak, dinlemek, ekrandan seyredip duyuları köreltmek yerine, kolları sıvamak ve her neyi yapmayı seviyorsak onu "ele" almak gerek değil m?
Hobiler önemlidir.  Ellerini kullanmayı gerektirir çoğu.  Hobi sonucu çıkan bir ürün varsa eğer, para kazandırması, mükemmel olması, eleştirmenlerin göklere çıkarması, "like" alması önemli değildir.  Zorunda olmadığımızda yaptıklarımız bizi mutlu eder.  Besler.  Geçim sağladığımız işimizde verimli olmamızı, meşhur kalemi sivriltmek hikayesindeki gibi duyularımızı ve genel ruh halimizi gelecek günlere hazırlar.  Ayrıca ellerimizi kullanmak için eşsiz fırsatlardır.  Bize ait yaratıcılık ve kendini ifade alanlarıdır.  Yazmak, çizim yapmak, örgü örmek, origami, heykel, resim, kolaj, gitar ya da başka bir müzik aleti çalmak, sadece karalamak, marangozluk yapmak ve daha nice ellerle yapılan hobi var.  Aklımızdakini ellerimize aktarabildiğimiz gibi, geriye doğru da bir etkileşim vardır.  Yarattıkça ve ellerimizle, duyularımızla yaptıklarımız beynimize döner ve besler.  Tıkır tıkır işleyen bir çark, gıcırdayan, gittikçe paslanan dişlilerden daha verimlidir.  
Ellerle gerçekleştirilen hobiler, beynimizi besler.  Yaşam kalitemizi arttırır.  Denemeye değmez mi?    

Çarşamba, Aralık 16, 2015

Doğrudur


Yıl bitmeden, 2015 yılındaki kayıt sayısını arttırmaya çalıştığım doğrudur.  Blog ihmali söz konusu. Yine de bu yıl, defterler bitirecek kadar çok yazdım.  Kopuk kopuk, parça parça, aniden ve birbiriyle ilgisiz yazılar çıktı hep.  Olabilir.  Kabul.  Bu sene de böyle.  Fotodaki kişi resim çiziyormuş, bak şimdi farkettim.  Kolaj ve mandala yaptım bolca.  Onlara atıf olsun o zaman.

Bugün Praxia'da özür dilemenin gücü ile ilgili bir yazı paylaştım.  Yabancı kaynakların çeşitliliği inanılmaz.  Çevirip, sanki ben bilmişim de yazmışım gibi bir yazı olmasındansa, doğrudan bağlantıyı paylaşıyorum.  Daha dürüst bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.  Gün içinde aslında ufak gibi görünüp, biriktiğinde epey bir yekün tutan atık duygularla nasıl başedebileceğimizi yazsa gazeteler.  Bu çevirileri yapsalar.  Herkes okusa.  Akşam haberlerinde, okul basan gözlerini öfke bürümüş gencecik insanlar yerine, ellerinde gazete, parkta ağaç gölgesinde okuyan gençler, yaşlılar, oynayan çocuklar görsek.  Kendimizi bilsek.  En okumuşumuzun bile bir başkasını suçladığını görmesek, anlamaya çalışsak.  Böyle bir neslin eninde sonunda iyiliğe evrileceğini düşünmek, buna inanmak istiyorum.  Naif ve romantik bir istek olmaktan öte, olması gerekene inancım böyle.
Özür dilemek ufacık bir jest belki.  Son bir hafta içinde iki kez özür diledim.  Daha önce dilemem gereken durumların tekrar gün yüzüne çıkmasıyla, farketmeyip atladığım ipuçları, sonradan dank etmelerimle..Kırgınlığı daha büyütmeden, saygı ve sevgiyle özür dilemek iyileştiricidir.  İyiye doğru olan her türlü hareket ve duygu gibi.  Ufacık da olsa, büyük fark yaratır.

Etrafta, herşey çok kötü, kötülük, hastalık, kaza, cehalet her yerde diyerek dolaşmaktansa, kısa sürede söneceğini, eriyip gideceğini bildiğim cılız bir ışığı ateşliyor, açıyor olmayı tercih ediyorum.  Etrafımı ancak bu şekilde görüyorum.  Karanlıktan korkumu ancak bu şekilde yenebiliyorum.  Polyanna diye suçlanmak pahasına bu böyle.  Umutsuz olmanın ne demek olduğunu biliyorum, hatırlıyorum.  İyiye doğru ilerlemeye bir faydası yok.  Oturup ağıt yakmaktan, birbirimizi suçlamaktansa, olanı kabul edip, bundan sonra ne yapılabilire bakmak daha akıllıca olmaz mı?  Ne kadar kötü durumda olduğumuzu anlatmak, karanlıkta savunmasız kalmak gibi.  Aydınlık..Ancak, biz, her birimiz, tek tek, ışığa yöneldiğimizde mümkün.

Özür dileyebilmek erdemdir.  Küçücük bir ışıktır.  Kararmış noktaları ve cüssesinden fazlasını aydınlatır.

Böyle işte..

Cumartesi, Aralık 12, 2015

Okumanın Yolu


"Niçin okuyoruz? Dünyanın ve kendimizin gizlerini kavramak, yaşam ufkumuzu genişletmek, doğa ve insanları daha iyi tanıyıp, akıl ve erdeme uygun yaşamak için değil mi?"

..diye sormuş Montaigne.  Her eylemimiz buna yönelik değil mi zaten? Öyle olmalı ya da... Oku oku nereye kadar?  Uygulama, deneyip görme, yanılıp değiştirme ve tekrar tekrar eyleme geçebilme değil mi asıl olan? 

Bernard Shaw ise şöyle buyurmuş:

"Her şey kağıt üstünde kaldı diye yakınanlar unutmasınlar ki, insanlık; onuru, güzelliği, doğruluğu, bilgiyi, erdemliliği ve tükenmez sevgiyi bugüne dek yalnız kağıt üstünde elde etmeyi başarmıştır."

Francis Bacon da;
"Okumak insana olgunluk, konuşmak canlılık, yazmak da açıklık verir." demiş.

Demek ki neymiş? Okuyup, konuşup, yazacakmışız. Okunanları işlemden geçirme eylemi ise yazmak, akıl ve erdeme daha da yaklaşmakla ilgili olabilir mi kalem tutmak?  

Bruce Lee de demiş zaten;
"Bilmek yetmez, uygulamaya koymalıyız.  İstiyor olmak yetmez, YAPmalıyız."

Cumartesi, Kasım 08, 2014

Öykü mü? Neden Yazayım Ki?

Nihil dixi..Latince "hiçbir şey demedim" demek.  Yaptığımız da bu değil mi? Rüzgarda savrulan sözcükler sarfediyor, aslında "hiçbir şey" demiyoruz.  Tam bu noktada, bilincin sonsuz laneti devreye giriyor ve yine de yazıyor, konuşuyor, resmini yapıyor, yontuyor, fikir yürüyor, eleştiriyor ve daha binbir türlü yolla yürüyen bir merdivende aksi yöne doğru koşmaya çalışıyoruz.  Yine de, varlığımızı haykırabileceğimiz her türlü alet edevatla, sürekli kendimizi inşa ediyoruz.  Bir tarafta, sonlu hayatın gerçeği, diğer tarafta bunu bir türlü kabullenmeyen, gündelik olduğu halde kendini sonsuz zanneden bilinç.  Sürekli bir mücadele halindeyiz sanki.  Beynin iki yarı küresi arasında, tahterevalli misali gidip gelen düşüncelerle doluyuz.  İnsan olmanın cilvesi diyelim.  Açıklamaya çalışmak, direnmek nafile çoğu zaman.  Rahat olmak, akışa bırakmak gerek düşünceleri, duyguları.  Direnilen, direnci de yaratıyor ister istemez.  Hiçbir şey söylemiyor olmak dahi gerekli, aklın sınırlı iradesine dayanabilmek için.  Öyküler yaratmakla yaratmamak arasında kararsız bir zihne ne denir?  Yaz kardeşim, nedir ki, okunur okunmaz senin derdin mi? Sen yaz.  Ya da; Yazıp da ne yapacaksın, kim okur, okusa ne olur, bir sürü kurgunun, olmayan karakterin, soluk manzaranın, hayatın gerçekliğinin kötü birer kopyasını yapmanın ne alemi var?  Hangisi? Zihnin birinden diğerine akışını izliyorum günlerdir.  Ağır basan tarafın karşılığı, aksi taraftan geliveriyor hemen.  Kaçıncı raunddayım bilemediğim bir karşılaşma bu.  Köklerime bakıyorum, dallardan sıyrılıp.  İlk bilinç pıhtıları damlamaya başladığında insanın irade havuzuna, ne uğraşıcam barınak yapmayla deseydi mesela ilk insan, burda olur muyduk?  Ya da ateş mi? Aman canım, yemek pişmesin, vahşi hayvanlar birkaçımızı yiyiversin, mağarada birbirimize sokulur ısınırız deseydi, hala burda olur muyduk?  Kayaların, reçinelerin arasında bulunup, başka bir türün müzelerinde sergileniyor mu olurduk yoksa?  Bilinci lanetleyip, karşı koymak yerine, hayatta kalmak, iki ayak üzerinde doğrulup başını göğe erdiren atalara selam ve saygılar bu andan.  Bunca acıya merhem diye verilmiş yaratıcılık.  Kullanmamak, şifahanede hastalıktan kıvranmak gibi olmaz mı? Yoktan var olmadık, yok da olmayacağız.  Şimdilik sonsuza yakınsayan bir dönüşüm içinde, her neyi başarmaya geldi isek, onu gerçekleştirmeye, ömrün yetmediği yerde ise, gelecek sezonda devam etmek üzere hayatta ilerlemeyi seçiyoruz.  Bilerek ya da bilmeyerek.  Farkediyorum ki, ben seçimimi çoktan yapmışım.  Sadece sebebini anlamaya ihtiyacım varmış.  Yaz tabii.  Oku elbette.  Muhteşem bir sofradan aç kalkılır mı?  Ruhuna ne iyi geliyorsa onunla beslen.  Ruhunu ne hafifletiyorsa onu yap.  Dar olan vaktin değil, aklının karmaşasının yarattığı cendere.  Gevşet herşeyi.  Rahat ol.  Bırak.  Barajları yık.  Canın ne istiyorsa onu yap.

Pazartesi, Ekim 27, 2014

Yazı Evi Radyo

Sevgili Arzu'nun hazırladığı, Yazıevi Radyo'da yayınlanan Olmasa Mektubun programı, biraz önce bitti.  Şöyle diyor Arzu; Olmasa mektuplarımız, yazdıklarımız olmasa, kim inanır yaşadığımıza.  Doğru, kim inanır bir zamanlar var olduğumuza, yazdıklarımız olmasa.  Dijital bilgi çağının, elimizden aldığı kalemin yerine, parmak uçlarımızdan darbe alan tuşlar var artık.  Bir hamlede "mektuplarımız" ulaşıveriyor adrese.  Kenarı çiçekli, tertemiz, belki kokulu mektup kağıtlarının artık kullanılmadığı bir çağdayız.  Özenle yazılıp, dikkatle katlanmış, el yazımızdan kimlik tahilili yapılacak kadar bizi yansıtan mektuplar, eskiye ait anılar oldular.  Hatta unutuldular.  Arzu'nun hazırladığı program, tüm bu hafıza erozyonuna inat, bize mektup yazmayı hatırlatıyor.  Duyguların giderek görünmez olduğu bir çağda, elle tutulur yürekle hissdilir belgelerdir mektuplar.  En son ne zaman mektup yazdım birine hatırlamıyorum.  Söz uçar, yazı kalır demişler.  Sonsuzluğu arayan insan ruhuna, kalemin ucundan damlayan duygularla yazılmış  bir mektuptan daha iyi ne gelebilir? Mektup yazmayı hatırlamak gerek.  "Sevgili ....." diye başlamak, satır çizgilerine harfleri özenle denk getirmeye çalışarak, içtenlikle ve açıklıkla yazmak gerek.  Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden öpmek, soranlara selam göndermek gerek.   Siz de yazın..Yazacak kimseniz yok mu? Yukarıdaki bağlantıda posta adresi var.  Ne olursa, içinizden ne gelirse yazın, gönderin Arzu'ya.  Kentleşmeye, elektronikleşmeye inat, tekdüze karakterli mesajlar yerine kendinize ait, tüm yaşamınızın aynası el yazınızla mektup yazıp, postalayın.  Çok iyi gelecek.  Yazana, okuyana, dinleyene, hepimize...

Salı, Ekim 14, 2014

Kuruntu


Sevgili Günlük, (tamam sıradan oldu)

Bak ne yazmış şair..Oku da eğlen..

Yazma be şair bozuntusu
Sana mı kaldı kuruntusu
Bak çorbana daldır kepçeni
Sıyır ekmeğinle yemeğin dibini
Gerin şöyle göbeğini şişirerek
Aşure mi pişirsek diyerek
Neyine lazım düşünmek
Hak, emek, akıl diye şişinmek
Güneş yine doğar, yine batar
Senin işin yan gelip hoş geçmek.

Çarşamba, Eylül 10, 2014

Panayır Bitti




Panayır bitti.  Toparlanma, nerdeyim, nereye gidiyorum diye bakma zamanı.  Şarkı bile var..Topladım dağılan kalbimin heeeer köşşesini..

Pazartesi, Eylül 01, 2014

Böyle


Not etmişim beğenip, defterlerimi karıştırırken buldum...

Dallarımda güneşler, ışıl ışıl
Yapraklarım, şeftalilerimin pembesine karışır damar damar
Kirazlarım şaşkın, çiçeklenirler durduk yere
Uzanıp bir limon koparsam kulağımın hemen üstünden
Kıskanır üzümlerim
Adını bilmediklerim
Yetiştirip büyüttüklerim
Tatlı, leziz, uluorta dallarımı basan
Alayı birden kıpır kıpır
Gövdemden kabuk kabuk yaş-lar,
Dökülür ben güldükçe
Halkalar eklenir gövdeme büyüdükçe
Dallarımda güneşler, ışıl ışıl
Cansuyum yürüdükçe bedenime
Dallarım yapraklarım açılır..
..açılır sonsuz gökyüzüne..

Çarşamba, Ağustos 27, 2014

Başlıksız



Sokrates ve Agathon arasındaki dialogdan ufak bir bölüm:

Yenilip içilen sonrada uzun sohbetler edilen akşamlardan birine biraz geciken Sokrates'i Agathon karşılar:
-Buraya gel Sokrates.  Yanıma yerleş de komşuların avlusunda içine doğan hikmet bir dokunuşta bana geçsin.  Herhalde birşeyler yakaladın, yoksa kolay kolay ayrılmazdın oradan.
-Ah, ne iyi olurdu Agathon, demiş Sokrates.  İki insan birbirine dokununca, bilgi, dolu olandan boş olana akabilseydi! Tıpkı iki çanaktaki suyun bir yün ipliği ile çok doludan az doluya aktığı gibi.
Platon (Şölen-Dostluk sf.8)

Güzel olurdu tabii.."Öyle sanıyoruz" çoğu şeyi.  Acaba demeden "biliyoruz".  Duyulardan içeri alınan ve geçmişle ve genle allanıp pullanan seslere, görüntülere, düşüncelere göre oluşturup yargımızı, "biliyorum" diyoruz.

Neyi bilmek isterdim ve kimden öğrenmek isterdim diye düşünüyorum.  Sanırım kaplardaki suyun eşitlenmesi gibi, kendiliğinden bir denge haline gelebilmesi için, herkimden ne öğrenmem gerekiyorsa o çıkıyor hayatta karşıma.  Ancak elverdiğim kadarını öğrenip "zannettiklerimden" sakınmaya çalışıyorum.  Çok yol katettim.  Nerdeeen nereye..Hakikaten nereye?

Pazar, Ağustos 24, 2014

Karbondur Sonuçta


Çok eskiden yazmışım bu yazıyı.  Sanal sayfalara ekliyorum an itibariyle..

"Algımızın tuhaf oyunları ve ayarları, kömür ve elmasın yerlerini değiştirsek nasıl düşünceler üretirdi acaba?  İrice bir kömür parçası kolye olup hanımefendinin apak gerdanını süslerken, apartman depolarında tonlarca elmas olsa, maden ocaklarından arabalarca elmas çıkartılsa nasıl olurdu?  Elmasla ısınabilir, buhar üretebili miydik?  O bir tek kömür parçası için milyonlarca lira mı verecekti alıcısı? Toprağın çocuğu ikisi de.  Algımız değer biçmeye, sınıflandırmaya meraklı.  Hayatta kalma dürtüsünün evrildiği yer burası belki.  Elmas ısıtmaz belki ama ışıltısı göz kamaştırır.  Kömür ise yaşamsal; ısı, enerji, hareket için gerekli.  Biri kıymetli ise, diğeri de öyle.  Biri yaşamsal ise, diğeri de öyle.  Zihin, algı, düşünce, ayırmaya ve sınıflandırmaya meraklı hep...Cıvıl cıvıl bir öğrenci grubu geçiyor yanımdan ben bunları yazarken.  Neşeliler, kıpır kıpırlar.  Yanlarındaki öğretmenleri kaskatı, neşesiz, sanırım biraz da yılgın.  Çocuklara bağırıyor bir tanesi: "Susun!".  Biran için susuyorlar çocuklar.  Neyse ki biran için.  Ufaktan başlıyorlar yine kaynaşmaya.  Hiçbirşey yapamasa sallanıyor yerinde birkaçı.  Servisleri geldi, gidiyorlar.  Kaskatı öğretmenleri hala kaskatı.  Neşesiz.  Çocuklar cıvıl cıvıl.  Uyumayın, hep uyanık kalın, olduğunuz gibi, mükemmel özünüzle, hep güçlü, yaşam enerjisi serbestçe bedeninizde gezer halde.  Hep sakin bir uyanıklıkla, gözleriniz kapalı dahi olsa, algınız sonsuz açıklıkta ve birleştirici olsun.  İçlerindeki ışıltı elmasın parklaklığında ve kömürün gücünde olsun."  

Pazartesi, Ağustos 04, 2014

Rastgele Özlü Sözün Söz Ettiği

Oscar Wilde demiş ki: "İyi yetiştirilmiş olmak, büyük bir ayak bağıdır günümüzde.  O kadar çok şeyin dışında bırakıyor ki insanı.."
Kiminle konuşmuştum şimdi hatırlamıyorum ama sokak dilini bilmeyen, dünyadan habersiz yetişen çok iyi okullarda okuyup hayatı tanımayan gençlerden bahsedip, bir de üzerine bir bilgi yarışmasında hemen bilinebilecek bir sokak jargonuna ait sözü bilemeyen gençten dert yanan kişinin hakkı var.  Bilmeyebiliyorlar sokakta ne oluyor, nasıl konuşuluyor, sokağın kendine has adap kuralları neler..Sadece sokak değil mesele. Hayat, okulda öğretilen teorik bilgiden ibaret olmadığı gibi, dinamik ve sürekli akan, değişen bir yapıda.  Sabit ders kitapları bu hıza erişemeyeceği gibi, sınırları belli, kaskatı coğrafyalar gibi geliyor bana.  Elbette öğrenilmeli, rehberliğinden faydalanılmalı.  Ancak hayat uçsuz bucaksız..Deneyimlerimizle inşa ettiğimiz, eğitimi, çevre ve genetik özelliklerimizi kullanarak biraraya getirdiğimiz bir yapı.  Oscar Wilde'ın sözünü ettiği iyi eğitimden kastı, hayatı yaşayarak deneyimlemenin, hatalar yapıp ders almanın, özgün ve biricik brir yol çizmenin sonsuz olasılıklarına vurulan bir darbe olarak gördüğü olmalı.  Tam olarak katıldığımı söyleyemeyeceğim.  Ama gecenin bu vaktinde okuyunca etkilenip, birşeyler yazma hissi uyandıran bu söz, üzerinde düşünmeyi de hakediyor.  Kuzey ülkelerinden birinde, sanırım Norveç'ti, tatillerde çalışmayan gençler ayıplanırmış.  Otu samanı ayıplayan halkımın da böyle bir "ayıp" mekanizması olsa ya! Çocuklar ekran karşısında, türlü tehlikelerle başbaşa bırakılacaklarına, mesela çay bahçesinde çay dağıtsa, boncukçuda bilezik satsa, turistlere çevirmenlik, bebeklere bakıcılık, yaşlılara kitap okuyuculuk yapsa ya! Yapmayan çocuk, illede birşey için "ayıp"lanılacaksa bunun için ayıplansa ya! Yaşamın içinde, emek vererek, mücadele edip, deneyimleyerek yetişse, mezun olduğunda sudan çıkmış balığa değil, dimdik duruşuyla kolları açılmış, hayata gülümser ve gel bakalım deyip, tanıdık bir dosta sarılır gibi sarılsa hayata ya!
Hayal değil, yapılabilir.  Biraz gayret, biraz farketmek ve eğitimi sadece okul olarak düşünmemek gerek.

Pazartesi, Haziran 09, 2014

Ağaç Yaşken Eğilir Tabii de Esner Demek Daha Doğru Sanki


Haftasonu Neslihan Hocam ile Çocuk Yogası eğitimimi tamamladım.  Geçtimiz hafta da Kalp ve Kanser Hastalarına yönelik yoga eğitimi vardı.  Her ikisi de ayrı ayrı ufuk açıcı oldu.  Dolu dolu dört günden kalanları işlemek ve parlatmak için yapılacak çok şey var. Derslerde öyle çok konu başlığı vardı ki tempo hiç düşmedi.  Neslihan Hoca sadece eğitim konusu neyse onunla ilgili değil, ne sorarsanız sorun cevaplamaya vakit ayırıyor.  Sıcak bir insan, sanki hep tanışıyormuşuz gibi bir his veriyor insana.  Tanıdığıma çok mutluyum onu.  Son gün oğlum da katıldı derse.  Bildiğinden haberimin olmadığı pozları yaptı.  Oldukça da esnek.  Derste çok da eğlendi.  Hem de miniklere başka bir yaşıtı ile birlikte abilik yaptı.  Harika bir deneyim oldu onun için. 

Seçenekler sonsuz.  Niyet ne ise onu uygulayabilmek için sayısız yöntem var.  Görmek, sorumluluk almak, vermek, faydalı olabilmek, bir fark yaratabilmek için yapılabilecekler, onları bulabilmemiz için hazır bekliyor. 
Pazar sabahı bir arkadaşımla konuşuyorduk.  Harekete geçme isteğini ifade ediyor ancak sanırım bunun için yeterli itici kuvveti bulamıyordu kendi içinde.  Biraz sohbet ettikten sonra Eylülde yogaya başlamak üzere sözleştik.  O da bana duvar tenisi öğretecek.  Tabii bu arada, tatil süresince televizyonu kapat diye tavsiye vermeden de duramadım.  Oldukça vaktini alıyordu zira anladığım kadarıyla.  Umarım bu tavsiye ile haddimi aşmamışımdır ama birden çıkıverdi sözler.

Çocuk yogasının faydalarını yazacağım birkaç gün içinde.  Ağaç yaşken eğilir sözünü çok seviyorum ama eğmek fiilinde ince bir çizgi var ya.  O beni düşündürüyor.  Fazla eğmek de istenmeyen sonuçlar verebilir.  En iyisi esnetmek.  Kulak vermek sinyallere.  Eğiyorum diye can acıtmamak, zorlama ile rahat bırakma arasında bir denge aradığımız.

Fotoğraftaki oğlumun avucundaki arkadaşı.  Sanırım 4-5 yıl önce çekilmişti bu resim.  Hala gülümsüyor bana:)    

Pazar, Mayıs 25, 2014

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi


Böyle bir gün olmuş mudur tarihte diye merak ediyorum..
Güzel Sanatlar ödevi için bir tiyatro oyunu izleyip hakkındaki görüşlerimizi yazmamız gerekiyordu.  Saati ve yeri bize en uygun olan oyun, Caddebostan Kültür Merkezi'ndeki, Sumru Yavrucuk'un bedenlendirdiği "Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi" idi.  Oyun saatini beklerken iki ayrı resim sergisi gezme fırsatı bulmak ise keyifli bir sürpriz oldu benim için.  Oyunla ilgili şunları yazmışım ödeve:

Toplumumuzda görmezden gelinen, birer birey, birer insan oldukları unutulan, hor görülen, hem bedenen hem de ruhen şiddet gören bir kesim olan transseksüellerin hayatına bir bakış olan oyunda, Umut karakteri üzerinden, yabancısı olduğumuz, aslında toplumdaki kimlikleri de sorgulamamıza, sonuca bakıp süreci yok saymamıza ve başımızı diğer yöne çevirmemize de göndermelerin yapıldığı, bir dünya ile karşılaşıyoruz.  Arz ve talep diyor Umut.  Pırıltılı giysiler içinde, en temel ihtiyacından yoksun bırakılmış bir halde sahnede karşımızda duruyor.  Annesini yıllardır hergün telefonla arıyor ve uzun uzun konuşuyor.  Telefonun diğer ucundan hiç ses gelmemesine rağmen, sadece anlatıyor.  Sessizlik de olsa bulduğu, kendi özü ile ilgili biricik bağı da koparmak istemiyor, annesinin sessizliğine tutunuyor. Hepimiz gibi sevilmek istiyor.  “İnsanın ruhu annesidir” diyor.  Ses vermese de, bir zamanlar kokusunu içine çektiği, şefkatle kabul gördüğü çocukluğuyla tek bağ bu tek yönlü görüşmeler. 

Yaşadıklarından kesitler var her bir anlattığı hikayede.  Yabancısı olduğumuz bu dünyanın terimleri de farklı.  Gizli kodları var sanki.  Raconu var.  Ama herşeye rağmen inadına özgürlük, inadına direniş var.  Hor gördüklerimiz her kim ise, yaratıcıları,besleyicileri talep edenleri, yardım eli uzatmayanları bizleriz.  İnsanlık onurunun herkese bahşedildiğini, kimsenin kimseyi ayıplama, küçümseme hakkı olmadığını unuttuğumuzu hatırlatıyor bize oyun.  Sumru Yavrucuk, tek kişi ile kalabalık bir sahne yaratıyor.  Düşündürüyor, ağlatıyor, hatırlatıyor.  Duymak, görmek ve hissetmek isteyene..   

Bu kadar..  

Pazartesi, Mayıs 12, 2014

...


Dün..Yaşadığım..En özel..Anneler Günü..Hatta..En özel..Gündü..Artık genç bir kızın annesi olarak; dün bana yazdığı notları okumak, sözleriyle taçlanmak, kardeşiyle birlikte bana sarılmaları, tarifi zor, unutulması imkansız anlar yaşattı bana.  Gözlerimin önünde gelişen serpilen rengarenk narin ama güçlü bir fidan gibi yetişmesini izliyorum.  Bazen karıştırıyorum, o mu beni büyütüyor, ben mi onu diye.  Şükredebilmenin tüm güzelliğini, iç ferahlığını, huzurunu, sakinliğini öğretiyor bana.  Benim için söyledikleri, kendi iç ışığının hüzmeleri. Seni seviyorum demek anlamsızlaşıyor, yetmiyor anlatmaya, göğüs kafesimden taşıyor yaşattıkların.  İyi ki birbirimizi bulmuşuz, iyi ki benim kızım olmuşsun..Sonsuz teşekkürler sana.  

Pazartesi, Mayıs 05, 2014

Taşlar


Felsefe finalleri yaklaşıyor hızla.  Ay sonuna kadar dersleri toparlamam, tekrar için de vakit ayırmam gerek.  Güzel sanatlar ödevi için bir tiyatro oyunu görüp, rapor halinde izlenimlerimi yazmam gerekiyor.  Önerisi olan?

Taşlar mı? Bana sıcacık, uçsuz bucaksız bir sahilden hatıra olmaları sebebiyle burdalar.  Gözlerimi kapatıp, güneşi yüzümde, sıcacık taşları ayaklarımın altında hissettiğim anın, kısa yoldan anımsatıcıları onlar.
 

Pazar, Mart 23, 2014

Bugün İçimden Gelen..

Neyi reddedersen et, onu başka bir yere koymak zorunda kalacaksın.  Onu başka birisinin üzerine yansıtacaksın.  Reddedilen kısım, bir yansımaya dönüşecektir.  Hiçbirşeyi ayıplama.  Aksine, onu kullan.  Herhangi bir şeye karşı olma.  Nasıl kullanılabileceğinin ve dönüştürülebileceğinin yollarını ara.
Osho

Perşembe, Aralık 19, 2013

Bilgi

Montaigne akşamı herhalde bu akşam..Atölye'de de kendilerinden bir söz seçtim biraz önce.  Şöyle demiş bir de:
"Tümü ile kitaba dayanan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir".  Hah dedim, tam benlik.  Yaşamda karşılığını bulmalı ya da yaşanmışa, düşünülmüşe, hissedilmişe isabetli göndermeler yapmalı bilgi.  Aksi halde anlaması zor, ancak ezberlenebilecek bilgi olurdu bu.  Hatta oldu da yıllarca.  Yoga'da etkilendiğim onca başlığa önemli bir ilave bu.  

Salı, Aralık 10, 2013

"Severim"ler..

Aşağıdaki yazıyı 2007 yılında yazmışım..Çikolata dışında pek bir liste dışı olan yok..Ama ilaveler var epeyce...

Eskiden Leman'da yada Gırgır'da vardı, "severim" listeleri. Çok severdim onları okumayı ve hah bunu ben de seviyorum işte diye sevinirdim. Sevgili Emre sobelemiş, fırsattan istifade neleri ve hangi anları severim ben bir bakayım. Tabii çocuklarım, eşim, annem, ailem, evim hepsinin ennn tepesinde:
-severim listesi yapmayı severim (bu ilk ama şimdiden sevdim)
-ne soğuk ne de sıcak ama ılık günleri ve her iki bahar mevsimini severim
-merakla beklediğim bir filmin tam başlamadan önceki anını severim
-sabahları kızarmış ekmek kokusu ve çaydanlıktan gelen fokurtu sesini severim
-çocuklarımın hiç ummadığım şekilde, yaptığım bir sebze yemeğini yemelerini severim
-dördümüzden herhangi birimizin masadan kalkmadan yemeği tamamlayabilmemizi severim (hiç olmuş muydu?)
-haftasonlarını severim
-haftasonu kahvaltılarını severim
-taze kahve kokusunu severim
-annemle kahve içmeyi severim
-rengarenk pazarları dolaşmayı, tişört yığınlarını karıştırmayı severim
-problemsiz geçen bir iş gününü severim
-özellikle okul önlerinde ama genelde heryerde yayalara yol vermeyi, bey yayaların bu duruma çok şaşırmasını severim
-gülleri severim
-çiçeklerimi sulamayı, topraklarını havalandırmayı severim
-fazla birşey söylememe gerek kalmadan anlaşılmayı severim
-yeni birşey öğrenmeyi severim
-hiç görmediğim bir ülkeye gittiğimde uçağın inişinden hemen önceki anları severim
-hiç yemediğim bir yemeği sipariş verdikten sonra tabaktaki yemekten ilk çatalı almadan önceki anı severim
-yaşamayı severim
-şu an olduğum kişi olmayı ve bulunduğum yeri severim
-eski arkadaşlarımla karşılaşıp hiç değişmemişsin demelerini duymayı severim
-boncukları, çeşitli şıngırtıları, sesli aksesuarları severim
-hediye vermeyi severim
-pişirdiğim kurabiyenin tadına ilk olarak bakmayı severim
-kurabiye kokusunu severim
-aylık dergilerimi, tüm işlerim bitmiş, çocuklarım uyumuş, gündüzse kahvem, akşamsa papatya çayım yanımdayken, eklerine hızlıca bakıp, asıl derginin kapağını açıp editörün yazısından başlayıp okumayı, resimlerine bakmayı severim
-blog yazmayı, içten ve iyi yürekli insanların olduğunu bilmeyi, onlardan çok şey öğrenmeyi severim

Yok duramıyorum, yazdıkça yazıyorum, devam edip okuyucuyu bunaltmayayım. Diğerlerini, aynı konuya denk gelindiğinde, bir dahaki sobe turuna saklayayım en iyisi. Çikolatayı sevdiğimden bahsetmiş miydim?

Çarşamba, Ağustos 08, 2012


Bu yaz bahçeden bol bol biber, domates, patlıcan, nane, maydanoz, erik ve badem yedik.   Su kabakları epey büyüdü ama biz İstanbul'a dönmeden kuruyamayacaklar.  Çocukların kabak boyama projeleri seneye kaldı.  Asmalar üzüm salkımlarıyla doluydu epeydir ama tatlanmak için biraz nazlanıyorlar sanki.  Reyhan ve fesleğen kokuları baş döndürücü.  Bodur elma ağaçlarının üzerleri elma dolu ama henüz tatlarına bakmak için erken.  Beklemek gerek.   Şeftali ağacı ise gururla taşıyor bir tanecik şeftalisini üzerinde.  Yerini sevmedi belki.   Ama kimseyi kırmamak için yine de meyvesini verdi.  Salatalıklar da isteksiz bu yaz.  Geçen sene, ertesi güne büyüyorlar ve çocukların kapışmalarına epey bir dayanıyorlardı.  Havuçlarda fena değiller. Toprak ne şaşırtıcı, ne muhteşem!  Bu yaz annemin bahçesi nefis olmuş, tüm emeklerin karşılığını vermiş, bize de bu rengarenk mücevherlerin tadına bolca bakmak düştü.     


Blogger da epey değişmiş, biraz kurcayayım bakayım.

Pazartesi, Ocak 23, 2012

Beyaz Duvarlar

Beyaz duvarların beni neden bu kadar etkilediğini bilmiyorum. Ama ne zaman bir dergide duvarları bembeyaz, pencereleri sonuna kadar açık, belki belli belirsiz bir esintinin elinde hafifçe kımıldayan perdeleri ve illaki bir bahçeye açılan veranda kapısı olan bir ev fotoğrafı görsem, dakikalarca burada kalıp, içinde kimlerin yaşadığını bilmediğim bu mekandan bir türlü ayrılmak istemiyorum. Hele bu duvarlara rengarenk yastıklar, fazla ben burdayım demeyen bir kilim, rahat ve açık renk koltuklar, bir kitaplık eşlik ediyorsa, bir de bahçenin görebildiğim kadarında ayakları beyaz, işlemeli keten örtülü, ferforje bir masanın üzerinde sarı, turuncu ve kırmızı iri çiçeklerin olduğu bir vazo da varsa, mekan benim için daha da çekici olur. Zaman, akşamüstü ya da sabahın henüz sıcak inmemiş saatleridir. Etrafta yalınayak gezinilir, veranda biraz önce yıkanmış, serin, tertemiz, işil ışıldır. Hafif bir müzik de çalabilir ama çok gerekli değildir. İllaki limon kokusu olmalıdır. Akşam ise melisalar parfümleriyle baş döndürmelidir.
Beyaz boyalı duvarlar ferahlık, açıklık, kesintisizlik hissi veriyorlar bana. Bu yüzden etkileniyorum sanırım. Önünde, yanında, üstünde her ne varsa, olduğu gibi ve apaçık ve kendisi gibi görmemizi sağlıyor beyaz duvarlar. Herhangi bir dekorasyon oyununa gelmeden, kusur saklamadan ya da dedorun bir parçası olmadan, en ana satıh oluveriyorlar. Neyse o. Güven veriyor. Türlü oyunlara da izin veriyor. Her renkle kullanım serbest. Üç ana rengin birleşimi olduğundan sebep, her türlü rengi içinde barındırıp, uyum sağlayabiliyor yavru renklere. Anaç da yani. En çok toprak rengi ve tonlarıyla, bir de göyüzünün hertürlü rengiyle yakışıyorlar birbirlerine sanki.
Çocukluğumdan kalma bir histir belki. Çok hoşuma gidiyor işte.

Pazartesi, Ocak 16, 2012

Yemek



Bu kitabı okuyorum şu ara. Çok eğlenceli, samimi ve gerekli. Ne yediğimiz ve nasıl yediğimizle ilgili. Sohbet sofraları, ziyafet beklentileri, açlık ve tokluk halleri, doygunluğun tatlı rehaveti ve bazen hayal kırıklıkları ile ilgili.
Pek beğendim.

Cuma, Ocak 06, 2012

Yani..

Yeni senenin hızla başlayıp, bir de üstüne 6. gününe bile gelmiş olması, kışı da atlatırız artık hissi uyandırıyor bende. Hastalık, aksırık, tıksırık, kusma ve benzeri sağlıksızlık halleri moral bozucu olsa da, kışın ardından bahar geliyordu değil mi? Hertürlü bağışıklık desteğine devam.
Dün, İçinde Yaşadığım Deri filmine gittim. Onca aksiyon filmi varken, hoş bir seyirlik filmler varken rahatsız edici olanı neden seçtim? Yok, çok da rahatsız olmadım, filmdeki özgün fikirler ilgimi bile çekti. Banderas'a saygı duydum. Tüm oyuncular şahaneydi. Asıl alkış yönetmene olmalı tabii. Yine de Görevimiz Tehlike daha iyi bir seçim olurdu. Bu akşam kızım tiyatroya, biz ise sinemaya gidiyoruz. Şerlok Holmz, bekle bizi geliyoruz.
Bugün, ikinci kez aşure yaptım. Evet, evet! Hiç de korktuğum gibi zor değilmiş ve ikincisinde tarife bile bakmayıp, ben oldum artık, göz kararı bile yaparım aşureyi havalarındaydım. Aşure yapmanın bu kadar hoş bir his olduğunu bilmiyordum doğrusu. Site hayatında kimse kimseyi tanımaz hallerinde aşure dağıtan pek olmuyor. Ama dün, beni aşure dağıtırken görmüş ve canı çekmiş bir komşu(m), aşure yapıp getirmiş. Ben dördüncü katta oturuyorum, sizi görmüştüm de, canım çok çekmişti diye çat kapı aşure getirdi. İsmini de söyledi ama anlayamadım, sadece çok canayakın biri idi ve sanırım yeni bir komşum oldu. Bir bardak buğdaydan, biraz fasulye ve nohuttan, mis gibi sakız ve portakal rendesinden, dağlar kadar, tabak tabak tatlılar çıkması tek kelime ile büyüleyici. Hele üzerini süslemek..Önce biraz kabuklaşmasını bekleyip, süslemelerin ağırlığını taşıyacak kıvama gelmesi yüzeyin, sonra sırayla, keyifle, artık evde ne varsa, kavrulmuş susam, dolmalık fıstık, ceviz, kuru dut, badem, fındık, minik minik kesilmiş hurma ve incir, kuru kara üzüm ve mücevher gibi ışıl ışıl nar taneleri. Nefis bir görüntü. Bu kadar karman çorman lezzetin biraraya gelip kendine has bir tad yaratması da ayrı bir şaşırtıcı durum benim için. Aşure ayı bitti galiba ama arada sırada yapamazsın diye bir kural yok iyi ki. İşin başka bir boyutu da, aynı malzemelerle ve belki de aynı sıra ile yapılsa da, herkesin yaptığı aşurenin farklı olması. Hayat gibi. Malzemelerle ne yapacağımız ve ortaya lezzetli birşeylerin çıkıp çıkmayacağı kişiden kişiye değişiyor. Şans, tecrübe, istek, yetenek, çalışma, azim, merak, yardımlaşma, deneme yanılma, yanılıp yılmama..Hepsi de etkili sonuca. Aşureden nereye geldik? Burdan nereye gideriz? Kim bilebilir ki.
Yani, şaşırmaya devam.

Pazar, Kasım 27, 2011

Deneme bir ki..

Sevgili günlük,
Görüsmeyeli epey oldu degil mi? Özledim yahu. Teknoloji ne harika. Dijital günlügüm blogosferde gaz ve toz bulutu halinde dönüp duruyor hala. Ugramadigimda silinmemis, küsmemis:)
Yeniden baslasak mi ne dersin?

Cuma, Ekim 08, 2010

Sakin Günler

Okullar açıldığından beri ve hatta yaz tatiline çıktığımız günlerden beri, ofise uğramıyorum..Evdeyim..Çalışırken, çalışma hayatı olmadan yaşayamayacağımı sanıyordum, yıllarca böyle düşündüm. Öyle olmadı. Evimde ve arzu ettiğim anda evimin dışında olabilme özgürlüğü, kendi işimizde çalışırken yaşadığım geçiş döneminden sonra, sanki hep sahip olduğum bir ayrıcalıkmış gibi geldi bana. Yadırgamadım. Hatta çok sevdim. Günler benim için, önceki yıllara göre çok daha sakin geçiyor. Gün erkenden başlıyor ve gece geç vakte kadar dolu dolu geçiyor. Gün içindeki kendi kendime kaldığım zamanlar, enerji depoladığım anlar oldu şimdi. Her anlamda..Ruhen ve bedenen..Gelişmeleri kaydedtmeye devam edeceğim..

Pazartesi, Nisan 26, 2010

Öğrendikçe..

Bu aralar iki konu hakkında sürekli okuyorum. Biri gdo, diğeri ise kanseri önlemenin yolları..Her iki konuda da "farkındalığım" arttıkça, endişemle beraber harekete geçme isteğim de artıyor.
Deccal Tabakta ilginç ve çoğu yerde dine bağlantı verse de, tarafsız bir kitap. "Global"leşen dünyanın, evimize alıp götürdüğümüz, en sevdiklerimizi beslediğimiz, alışveriş filemize ve hergün midemize saldıran, masum yüzlü ancak sinsi pek çok "besin" yetiştirdiği bir çağdayız. Kitapta anlatılan "organik" bağlar inanılmaz!
Okuyup "farkında" olmak zorundayız.
Diğer konuda ise; kanseri önlemek için alınacak tedbirleri ve "farkında" olmamızı sağlayacak her türlü bilgiyi öğrenmeye çalışıyorum. Bu o kadar da kolay değil gerçi. Bilgi bolluğunda, doğru ve güvenilir olanı bulmaya çalışmak çok zor.
Benim bir cep telefonum olduğunda, üniversiteyi bitirmiş, çalışmaya başlamıştım. Şimdi ise, 10 yaşındaki kızımın sıra arkadaşının cep telefonu var. Bundan 15-20 yıl önce zararlı olduğu bilinmeyen(!) pek çok günlük hayat yardımcısı malzeme şimdi biliniyor ki, ya genetiği değiştirilmiş, ya bir sürü toksik kimyasal içeriyor, ya da radyasyon yayıyor. Yöneticilerin, ticari kaygılarla ve diretmelerle elleri kolları bağlı sanki. Demek ki iş başa düşüyor. Ancak durum o kadar da ümitsiz değil. Herşeye rağmen..
Çocuklarımızın ruhlarını nasıl beslediğimiz kadar, vücutlarını da nasıl beslediğimiz de önemli. Değişen dünyada ister istemez maruz kaldıkları tehlikeleri en aza indir(ebil)mek için"farkında" ve uyanık olmalıyız.
Bir de bu iki konuda Türkiye'deki en güvenilir sivil toplum örgütleri hangileridir ya da var mıdır öğrenebilsem..

Salı, Nisan 06, 2010

Aklına Geldiği Anda..Sonra Değil..

Çantamı, cüzdanımı, ruhsatımı, telefonumu, ıvır zıvırlarımı ve ev anahtarı almadan, kapıyı çekip çıktım bu sabah. Demek ki neymiş, bugünün (hatta bu anın) işini başka zamana bırakmayıp, ev anahtarını diğerlerinin yanına alma işini aklımdan geçtiği anda yapmalıymışım. Buraya da yazıyorum işte. Ders olsun sana annelog..

Perşembe, Nisan 01, 2010

Nasıl Bir Hediye İsterim?

An itibariyle, 38 yaşına adım attığım şu saatlerde, geriye ve ileriye baktığımda, durduğum yerden memnun olduğumu ve gittiğim yer ne olursa olsun, şu ana kadar yaşadıklarımın ve sahip olduklarımın, bana zaten sonsuz bir doygunluk yaşattığını bir daha hayata gelsem tamamen aynı şekilde yaşamak istediğimi, hissediyorum (Bir tek gelinliğimi ve gelin saçımı değiştirmek isterdim). Bu yüzden, nasıl bir hediye istediğimi soran hayatımdaki en mühim kişilerden birine, sadece gülümseyebildim. Zaten herşeyi olan birine nasıl hediye alınır?..Şu, kendini değil ama reklamını sevdiğim sigorta şirketi sloganı gibi: Evdeki huzur, zenginlik budur..
Nasıl bir hediye mi isterim?
Ben hediyelerimi çoktaaaan aldım.

Pazartesi, Mart 15, 2010

Küçük Ama Önemli Bir Rol

On gün kadar önce, Göztepe Halis Kurtça Kültür Merkezi'nde, Ali Erdoğan'ın "Küçük Ama Önemli Bir Rol" oyununu izlemeye gittik. Gittiğimiz çocuk oyunlarını saymazsak, sanırım en son 10 yıl önce Yıldız Kenter'in Martı'sına gitmiştik, tiyatro namına. Epey tuhaf hissettik önce..Bir de salon dolu olmayınca, eskisi gibi, sahnedeki oyunculardan özür dilemek geldi içimden. "Kusura bakmayın, ne olur, emek verip hazırlamışsınız, ama diğerlerinin mutlaka önemli mazeretleri vardır da gelememişlerdir" demek istedim. Oyundan hemen önce, kültür merkezinin biraz ilerisindeki şirin mantıcı Hammur'da, acılı mantılarımızı yedik. Ev ve el yapımı, nefis bir mantı idi. Oyun öncesi için tavsiye edilir.
Oyun başlamadan önce, birçok kez oğlumun bu merkeze tiyatroya geldiğini ve bir defasında da bir arkadaşının merdivenlerden yuvarlandığını hatırladım, üst kata çıkarken. Anaokulu çocukları için zorlu bir etap bu merdivenler. Başka bir çözümü, başka bir sahnesi yok mu acaba buranın? Ve neden olabileceğinden daha az bakımlı ve daha az özen gösterilmiş burası?
Salona girip kapılar kapandıktan, geç gelenlere sinir olunup, boş koltuklar için üzüldükten, e on yıldır sen nerdesin diye kendime kızıldıktan sonra, oyun başladı..
Ali Erdoğan'a televizyondan aşinayım ama sahnede ne kadar da sakin, kendinden emin, rahat..İnsanın kendi yazdığı oyunu sahnelemesi nasıl bir duygu bilemiyorum ama salon tamamen doluymuşçasına oynuyor hissi verdi bana. Yanlız kendisi değil, tüm ekip..Hikaye de çok hoştu. Rollerimiden hoşnut olabilmeyi, burnumuzun dibindekini farkedebilmeyi, eksikliklerimizin girinti ve çıkıntılarının başkalarının eksikliklerini tamamlayabileceğini ve böylece birbirimizin hayatında fark yaratabileceğimizi anlatıyordu bence. En azından bana ulaşan mesajı bu oldu oyunun. Işıltı ve ihtişamlı hayatların aksine, küçük ama önemli rollerin kahramanlarıyız hepimiz. Hüzünlü de bir aşk hikayesi aslında bence. Birlikte yaşlanamayan, belki birbirlerine ne kadar uygun olduğunu, burunlarının dibinde olmasına rağmen göremeyen iki insanın, bence, hüzünlü hikayesi..
Bizim hoşumuza gitti. Rollerimize daha bir sarıldık çıkışta sanki.
Oyundan bir iki gün sonra, çok sevdiğim birini kaybettim. Aslında, ani ayrılış haberini alana kadar, benim için ne kadar kıymetli olduğunu anlayamadığımı, hayatımdaki, küçük ama önemli rolünü geç farkettiğim bir insanın, ölümüne inanmak çok zor geldi. Hatta, hala birazdan çıkıp gelecekmiş gibi..
Çok geç..

Çarşamba, Mart 03, 2010

Güvenlik Sorunu

Dün akşam okuldan dönerken;
-Anne, hırsızlar kameraların görmediği yerden gelirse noolur?
(Hoppalaaa..Hırsız meselesi nerden çıktı biir, korkutmadan ve inandırıcı cevap saniyenin onda birinde nasıl düşünülür ikiii..)
-E şey..Aslında birşey olmaz (hadi canım, daha iyisini düşünebilirdim!). Kameraların görmediği yerden girerse güvenlik görevlileri olur, onlar engellerler.
-Ya görevliler de görmeden girerse?
(yok, sarpa sarıyor bu iş..)
-O zaman da polisler var, sürekli güvenliği sağlamak için dolaşıyorlar..
-...
Yok olmadı, ikna edemedim..Neyse ki eve geliyoruz bu arada..Tam kapıya doğru ilerlerken:
-Hırsızlar ne renk giyer anne?
-Koyu renk giyerler herhalde..
-Neden hırsız olurlar?
(Giderek zorlaşıyor..Acil yardım gerek bana!)
-Sanırım okula gitmedikleri için canım..Okuyup öğrenmedikleri için galiba..
Kapı açılıyor neyse ki..
-Aaa anneanne gelmiiiiiş..
(ohhh derin bir nefes..)
Nerden çıktı bu hırsız meselesi bilmiyorum ama benim de aklımı kurcalayan sorular bunlar..Tam olarak bilmediğimi de daha iyi belli edemezdim herhalde..
Bu sabah işe gelirken yolda işsizlik rakamlarının geldiği ve gelebileceği boyutlardan bahsediliyordu. Sunucu ilginç bir bilgi verdi. En az işsizlik yaşanan sektör, güvenlik sektörüymüş. İşsizlik oranı sadece %1,6 imiş..İşi gücü, amacı, aşı, ailesi, kendine ve topluma saygısı azaldıkdıkça bireylerin, güvenlik elemanlarını gerektirecek bir tedirginlik ve güvensizlik salgını mı başlatıyorlar acaba toplumda? Kendi insanımızdan korkar, iş verip çalıştıramadıklarımızdan korunmak için güvenlik elemanı tutar hale mi geldik acaba?
Gerçekten kameraların görmediği yerden girip, iç huzurumuzu çalar mı hırsızlar?

Perşembe, Şubat 25, 2010

Erken Ergen

Ergenlik nedir ne değildir diye kafa yoruyorum bu aralar. Ben ve yaşıtlarımın daha önce geçtiği ama haritası çıkarılmamış bir dönem benim için ergenlik. Geriye dönüp bakınca ve bu konuda kitaplar okudukça, nasıl olmuş da yetişkinliğe en az zararla(?) ulaşabilmişim şaşıyorum..Bu konuda okumayı bıraksam mı diye de ciddi ciddi düşünüyorum..Şey gibi..Hani şu aralar hepimizde bir haberleri izlememe dinlememe sendromu var ya, onun gibi..Dinledikçe endişeleniyoruz hatta akıl sağlığımız tehlikeye giriyor ya, ergenlikle ilgili de aynı hisler var içimde. Çok mu ağır oldu bu benzetme? Belki..10 yaş ergenlik için erken bir yaş, ön ergenlik deniyor. Ama ileride olabileceklerin ufak sinyallerini veriyor yine de. Anne baba için de prova dönemi, sabır sınama ve katsayı yükseltme antremanı dönemi galiba.
Ülkede olup bitenler bir yandan tepemizde kocaman soru işaretler ile dolaşmamızı sağlarken, bir yandan da hayat devam ediyor.
Tüm radyoları, televizyonları, kitapları, gazeteleri, dergileri, interneti elimizin tersiyle bir kenara itseydik, daha mı güzel olurdu herşey? Gelecekle ilgili endişeler azalır mıydı? Matrix'de ispiyoncu karakterin dediği gibi, cehalet mutluluk mudur?
Uyumak istiyorum..

Perşembe, Ağustos 27, 2009

91.0

Keşfettiğimden beri pek memnun ve mesut dinler oldum bu kanalı. Meğer ne uzun zamandır dinlememişim bu güzel şarkıları..Siyah beyaz tek tabanca TRT yıllarında kulağım alışmış olmalı, şimdi tekrar duyunca hem ne kadar çok şarkı hatırladığıma hem de ne kadar uzun zamandır bunları dinlemediğime şaşırıp kalıyorum! Bir süredir CD topluyordum zaten ama pek pratik olmuyordu. Hem radyoda bir sonraki şarkı hep sürpriz oluyor. Bayıldım..Bayıldım!
Çok küçükken anneannemin, sonradan eskiciyi şenlendiren ve hala verilmelerine müthiş üzüldüğüm pikap ve plakları vardı. Annemin veya dayımın mıydı bilmiyorum ancak anneannemin sabahlıklarından kıyafetler yapıp, bu plaklarla pleybek yapmaya bayılırdım. Taa o zamandan kalma şarkılar çalıyorlar bu kanalda. Geçenlerde çocuklar arabada iken de açıktı kanal ve bir itiraz gelmedi. Güzel..Usul usul dinletmeye devam edebilirim bu durumda.
Teşekkürler Radyo Alaturka..

Salı, Ağustos 18, 2009

Hızzzzz...

Hayat hızlı akıyor..Bir bakıyorum ki çocukların boyları, son attığımız çentikleri geçmişler bile, hem de dörder parmak! Bizimse birkaç yıl önceki fotoğraflarımızla şimdiki görüntülerimiz çok farklı. Hızlı akıyor hayat.
Biraz önce hiç kullanmamayı umarak, sağlık sigortası poliçemizi onayladım. Sadece yatarak tedavi için. En son çocukların doğumlarında vardı sağlık sigortamız. Şimdi yeniden yaptıralım istedik. Hem yılda bir kez çekap da yaptırabilelim diye. Artık evde de, tıpkı ofisteki gibi bir dosyalama sistemi tutturmak lazım. Okuldan gelen yazılar, poliçeler, faturalar, site yönetiminden duyurular, tahliller, doktor kontrolleri, vs, vs..Evde daha çok vakit geçirmeye başladığımdan beri, ne çok evrak olduğunu farkedip şaşırıyorum. Bunları takip etmek, daha önce neydi şimdi nasıl diye incelemek, kaybetmemek de başlı başına bir iş. Düzen gerektiriyor. Hele benim gibi hafızası oldukça kaygan bir kişi, dosyalama olmadan yaşıyamıyor. Sanırım yakında evi de ofise çevireceğim. Ama ofisi de eve çevirip, bilgisayar ve yazıcıların üstüne dantel örtmesem iyi olur tabi..
Hayat hızlı demiştim. Sigorta poliçesindeki teminatları okurken hayatın bir miktar yavaşlaması gerektiğini hissettim. Zira yüklendiğimiz herşey, bizi durdurulması daha da zorlaşan ağır araçlara döndürüyor ve sınırlı zamanımız olduğunu unutuyoruz. Basitliği hatırlamak gerek sıkça.
Daha basit. Daha az. Daha da sade..
Dün NG kanalında Kardelenlerin belgeseli vardı. Ortasında yakaladım, bir dahakine tamamını seyretmek istiyorum. Müthiş bir proje. Yönderlik programından haberdar değildim mesela. Boğazımız düğüm düğüm seyrettik belgeseli. Akıl listeme yazdım. Mutlaka, birşekilde, katkıda bulunacağım.
Okulların açılmasına az kaldı. Bizimki erken açılıyor. Kızımdan daha heyecanlıyım. Yeni okulu benden çok daha olgun ve soğukkanlı karşıladı. Oğlum da artık okul açılsın diye isyan ediyor. Halbuki gün içinde mutlaka arkadaşlarından biri ile oynuyor oluyor, kimse yoksa zaten en iyi oyun arkadaşı (anneannesi) onu hiç yanlız bırakmıyor. Yine de okulu özlemesi çok güzel.
Bu yıl okullarına yakın olacağız. Onlar yol gideceğine biz gidip gelelim dedik. Bakalım nasıl olacak.
Oğlumun soruları epey terletiyor beni bu aralar. Müthiş bir merakı var ve inanılmaz isabetli sorular soruyor. Rakam ve harflere de ilgisi arttı. Hatta, asetat kalemi ile duvarlarına irice bu ilgisini aktarmış geçen gün! Çok da hoşuma gitti yaptıkları ama söylemedim. Odası boyanmadan önce istediği gibi duvarlara yazı yazabileceğini söyledim sadece. Ufak bir ceza da aldı tabii.
Kızım ise beni büyülüyor hergün.
Şimdilik bu kadar sevgili günlükçüm.
Sevidm bunu..Sevgili günlükçüm. Başka bloglarda okumuştum ama kullanmamıştım hiç. Hoşuma gitti.

Pazartesi, Haziran 29, 2009

Tatil Hazırlıkları

Çarşamba günü yolcuyuz..Valizler fırsat buldukça doldurulmak üzere, ortalıkta öylece duruyorlar, şimdiden 3 tane ettiler, bakalım kaçla tamamlayacağız. Her seferinde fazla birşey götürmeyeceğim diye başlayıp, e bu da giyilir, bu da yedek olsun diye diye, gitgide şişen valizlerin durumu bu yıl da farklı değil. Güneş kremleri, ateş düşürücüler, kamera ve şarjı, şapkalar, gözlükler, hikaye kitapları, boya kalemleri ve daha birkaç madde daha, aman bunları koymayı sakın unutma listemdeler.
Çocuklar çok heyecanlılar gidecekleri için..Bu yıl pazardan alınan civcivlere ilave olan bir de tavşan alma niyetimiz var. Eve dönerken bırakacak bir yer bulursak alacağız. Civcivleri, kümesi olan bir tanıdığımıza bırakıyoruz tatil sonunda ama, tavşan heryeri kemirip pisleteceği için kabul etmeyebilirler. Bakacağız artık..Geçen yıl kızım civcivine "Pamuk", oğlum da "Power Ranger" ismini vermişti. Power Ranger ismiyle tezat şekilde, sürekli miskin miskin otururken, Pamuk'u zaptetmekte epey zorlandık. Organik tarım bahçemiz de bu yılki ilk mahsullerini vermeye başlamış bile. Arada uğrayıp bahçeyi çapalayan, sulayıp temizleyen çok tatlı yerli bir çift var ve ilerlemiş yaşları onları birbirlerine daha da düşkün yapmış olmalı ki, hep birlikteler, her işi beraber yapıyorlar. Son derece sevimliler. Annem de rahat ediyor, bahçe ve ev emin ellerde diye..Sabahları kahvaltı için biber ve domates toplamak müthiş keyifli. Bu kadar mı çıtırdar bir biber! İnanılır gibi değil. Yerli domates diktirdi bu yıl annem..Çok daha lezzetli oluyorlar. Ve mis kokulu tabii.
İlk beş gün babamız yanımızda olacak, sonraki oniki gün ise yok. Benim ve kızımın arkadaşları gelip kalacaklar arada. Eğlenceli olacak.
Anneannem eskisi gibi sağlıklı değil, çok çöktü. Birlikte gidiyoruz tatile ama o herhalde kızkardeşine geçer, onunla kalır bir süre. Dün pazara götürdüm, çok hoşuna gitti, hava da sıcaktı gerçi ama dinlene dinlene gezdik, tişört karıştırdık, ucuza çanta alıp sevindik. Firil firil elbiseler aldık ona. Habire bana da birşeyler almaya çalıştı. Zor durdurdum. Birara şimşekler çaktı, bulut kapladı ortalığı da hava ferahladı. Daha rahat gezdik böylece. Pazarcıların şansına yağmur yağmadı. Eve dönerken biraz ferahlamış, rahatlamıştı. Ben de..Yaşlılık ne zormuş görüyorum hayretle. Biraz neşelendirmeye çalışsam da, gözlerindeki hüznü silemiyorum bir türlü. Az zamanım kaldı diyor. Vaktimi bekliyorum diyor. Uykularım kaçıyor. Çocukluğumdan hafızamda kalan nefis bir anım var. Herhalde 5-6 yaşlarındaydım. İzmir'de oturuyorduk. Anneannem birgün beni Bornova'da fakültelerin arka taraflarında, yemyeşil ağaçlık bir yerlerde, inanılmaz güzellikte ve o zaman bana sonsuzmuş gibi görünen bir papatya tarlasına götürmüştü. Sanırım bir de tren yolu geçmiştik. Yanımızda yiyecek de vardı galiba. İri iri, upuzun papatyalar arasında, güneşli bir ilkbahar gününde, sanırım daha önce hiç olmadığım kadar mutluydum! Anneannemin bana papatyadan taç yaptığını da bugünmüş gibi hatırlıyorum. Minicik pikniğimizden aklımda kalan anlar, sıcacık, mutlu, müthiş huzurlu, bol güneşli ama ılık, enfes papatya denizinde ne yapacağımı şaşırmam ve çiçekten prenses tacım hala sık sık aklıma gelir. Gülümserim.
Tatil hazırlıkları başlığına uymadı bu konu ama, içimden geldi. Yazmam gerekliydi. Şimdi, yaşlanmış vücuduna bakarken anneannemin, artık yıllar olmasına rağmen, kaybettiği oğlunun acısı da birleşince, donuklaşan gözlerine biraz olsun canlılık getirmek çok önemliydi benim için. Dün çıkıp, uzun uzun pazar gezmesi yapmamız, ikimize de iyi geldi. Kolkola, ağır aksak, ama huzurlu..Onu biryerlere götürme sırası bende şimdi.
Tatilin, benim için "tatil" olacağını düşünmek gibi bir saflıkta bulunmayacağım. Mümkün olursa, akşamları sakince kitabımı okuyabilmeyi diliyorum sadece. Müthiş bir kitaba başladım. Bitince yazarım.
Dönüşte bir sürü iş beni bekliyor olacak. Şimdilik düşünmemeye çalışıyorum. Yine de plan yapmadan da, onu ordan bunu burdan diye düşünmeden de edemiyorum.
Bize şimdiden iyi tatiller..

Pazartesi, Haziran 22, 2009

Cehalet Mutluluk Mudur?

Dün akşam bitirdim bu kitabı..İçimden, çocuğu olan herkese okuyun bu kitabı, ne dediğini duyun demek geldi şiddetle. Sanal tuzakların bu kadar yakın, bu kadar iğrenç, bu kadar hayatın içinde olduğunu bilmiyordum. Kitabın anlattığı çirkinlikler yeni çıkmadı ortaya. Hep vardı..İnternetle daha kolay hale geldi sadece. Bunu öğrendim. Rakamlarla dehşete düştüm, uzman görüşlerini okurken ise rakamlar anlamlandı . Tüm bunları bilmeden yaşıyor olmayı ister miydim diye düşünüyorum. Okumayıp bilmeseydim..Dünyanın ne denli çirkin olabileceğini okumasaydım..Daha mutlu mu olurdum?
Kafamızı kuma gömme zamanı değil bu çağ. Soğukkanlı olmak, bilmek, tedbir almak, aklı selim yaklaşmak gerekiyor herşeye. Kitabı özetleyecek değilim. İçimden gelmiş olmasına rağmen, okunmalı diyecek de değilim. Her bünye kaldırır mı bilemem. Kendi adıma iyi ki okudum diyebilirim sadece.
Çocuklar hızlı büyüyorlar. Geriden gelmemek gerek.

Salı, Şubat 24, 2009

Fular Günleri

Ameliyatı, doktorum ve destekleri olmasa ne yapardım dediğim ailemin ve arkadaşlarımın ilgi ve ihtimamlarıyla atlattım. Beklediğimden çok kısa sürede iyileştim ve ameliyattan çıkar çıkmaz da rahatça konuşabiliyordum. Ailenin

Cuma, Ocak 30, 2009

Hayatın Renkleri

Hayat, elimize bir sürü boya kalemi tutuşturup, boş bir kağıdın önüne oturtuveriyor bazen bizi. Ne çizeceğimiz, hangi renklerle boyayacağımız, kağıdın ne kadarını kullanacağımız bize bağlı. Bu aralar çizimlerim karamsar olsa da, bulutların dağıldığı ve güneşin parladığı resimler de çiziyorum ara sıra.

Geçen gün annem bir itirafta bulundu. "Sen bizim zamanımızdaki anneler gibi değilsin, biz işten gelir mutfağa girerdik, sen önce çocuklarınla ilgileniyorsun, çok iyi yapıyorsun" dedi. Konuşma arasında, kendiliğinden söylenivermişte olsa, müthiş hoşuma gitti sözleri. Övmesi, beni bir konuda takdir etmesi, daha önce eleştirdiği bir konuda artık bana hak vermesi çok mutlu etti beni. Aramızdaki bağın, çocuklarımdan sonra kuvvetlendiğine inanıyorum. Sıcak ve açık bir ilişkimiz olamamıştı pek. Şartların gereği, kişilik yapıları, vesaire vesaire, çok da üzerinde durmuyorum. Önemli olan şimdi onsuz yapamayacak olmam. Desteğiyle yanımda olması, hayatımdaki en önemli renklerden biri olması önemli olan. Ufacık bir sözü içimde güneşler açtırdı. Budur aklımda ve kalbimde kalan.

Kalemlerle giriş yapıp seçimlerden bahsedecektim. Ama konu anneme geldi. Geçen gün oğluma sen benim canımdasın demişti annem, oğlum da anneannesini çok sevmesine rağmen, "ben annemin canındayım!" dedi hafif bir hiddetle. Anneanne olmak da apayrı bir duygu olsa gerek ama, kendi adıma, annenin yerini tutamıyor. Anneannemi çok sevmeme ve bende müthiş emeği olmasına rağmen, anneme karşı hissettiklerim çok daha farklı. Otuzlu yaşlarımdan çok daha önceleri bu bağı kurabilmeyi dilerdim. Ama elimde boya kalemlerim olduğunun farkına varmam epey zaman aldı. Sanırım annemin de. Neyse, kalemlere bağladım konuyu sonunda.

Ufak bir günışığı notu da kızımdan. Bir ödevi vardı, birsürü cümle var ve yanlarına doğru ise D, yanlış ise Y yazması gerekiyordu. Cümlelerden biri şöyle idi:"Okulda olan herşeyi ailemize anlatabiliriz". Bizim hatun buna D yazmış. Öğretmeni ise kırmızı kalemle d'nin üzerini çizip Y yazmış. Çok hoşuma gitti. Yani, bu cümleye D demesi. Rahat olup anlatabileceğini bilmesi. Gizlememesi. Çok şükür ki konuşuyor, biraz çekinerek de olsa anlatıyor. Öğretmeninin yorumunu ise anlayamadım. Mutlaka bir düşündüğü vardır. Ama kızım nefis bir hata yapmış bence. Tıpkı, bir ödevinde "Hırsızla karşılaştınız, aşağıdakilerden hangisini yaparsınız?" sorusuna "peşinden kovalarım" diye cevap vermesi gibi. Öğretmeni hemen altındaki şıkkı, "gidip öğretmenime haber veririm" i işaretlemiş doğru olarak. Bence de doğrusu bu ancak, eşimin de benim de çok hoşumuza gitti yanlış cevabı.

Her ikisininde ayakta durabilmeleri ve seçim yapabilmeleri için, ellerindeki kalemlerin farkında olabilmeleri çok önemli. Onlara verebileceğimiz en güzel eğitim bu sanırım. Uzun yıllar sonra değil de tam vaktinde gerekeni yapabilmeleri, zaten kontrolümüz ve gücümüz dışında olan birsürü olay varken, kendileri için sağlam seçimler yapabilmeleri önemli olan.
Bununla ilgili ufak sinyalleri veriyorlar şimdiden. Herbiri içimi ferahlatıyor. Tüm endişelerimin üzerine bir koca kova su döküyor. Yeni endişeler bulmakta üstüme yok gerçi. Sağolsunlar bizimkiler beni hoşgörüyorlar..

İyi ki varlar..

Çarşamba, Ocak 14, 2009

Kendime Kendim İle İlgili

Bu moral bozukluğu ne zaman geçecek bilmiyorum. Geçen yıl ortasından bu yana o kadar çok hastalandım, o kadar çok sağlık problemiyle karşılaştım ki, burnum aksa moralim sıfırın altına iniveriyor artık. İlk kez bu yıl vücudumda farklılıklar hissetmeye başladım. Artık çok daha çabuk yoruluyorum; beyazlarım, görünce ay ne şirin dediğim dönemi çoktan geride bırakıp, ordan burdan saçlarımda bolca görünmeye başladılar. Boyatmam diyorum şimdilik ama bilemiyorum tabii yine de. Gri saç hoşuma gidiyor ama alacalı bulacalısının da göze hitap etmeyeceği açık. Neyse..
Moralim bozuk kısaca. Şubat ayında tiroid bezim alınıyor. Şikayetlerimin çoğunun bundan kaynaklandığını düşünüyorum, doktor da söyledi gerçi. Sonrasında hayatım boyunca ilaç kullanmam gerekecekmiş. Geçen yılın başında çekapa gitmeseydim bu tiroid de ortaya çıkmayacaktı ve her geçen gün artan şikayetlerimin sebebini bilemiyor olacaktım. Bir yerde iyi oldu..Pekçok kişide varmış bu tiroid belası. Şimdilerde bizim çocuklarımız iyotlu tuz yiyorlar neyse ki, ancak bundan 30 yıl önce bizim kuşağın çocukları iyotlu tuz yemediği için, şimdi ortalıkta pekçok tiroid hastası varmış. Bu konuda nette pekçok yazı okudum. Erkeklerden ziyade kadınlarda ortaya çıkıyor. En hararetli ve hareketli hormon yapısı biz hanımlarda var zira. Ve daha önemlisi kalıtsalmış. Annemde vardı mesela. 12 yaşına gelince de kızımı kontrol ettirmem gerekiyormuş.
Doktoruma güveniyorum. Daha tanışmadan internetten hakkında pekçok şey öğrenmiştim bile. Umarım herşey yolunda gider.
Öfke patlamaları? Evet oluyor. Daha önceleri de oluyordu, ben de ne oluyor bana diyordum. Sebebi bu minik bezciklermiş. Geçecek umarım.
Ani kilo artışı, çarpıntı, deride kuruluk, vs. vs..Moral bozucu pekçok şey işte..
Şubata kadar sabretmem ve çok da endişelenmemem gerek.
Yapabilir miyim?

Çarşamba, Aralık 24, 2008

Yuvarlak Masa Toplantıları

Birkaç haftadır her Çarşamba günü, oğlumun okulunda sekiz birbirinden farklı anne olarak, psikolojik danışman liderliğinde toplanıp, iletişim ile ilgili "yuvarlak masa" toplantıları yapıyoruz. Konuşulan konu ise "anne babalar için etkili iletişim" diye özetlenebilir. İlk başlarda bir miktar sıkılmıştım ama konular ilerledikçe, benim merak edip ilgilendiğim bölümler başladıkça, bir sonraki haftayı iple çeker oldum. Bugünün konusu "iletişimde engeller" idi mesela. Kelimeleri ne şekilde dizip, biraraya getirip, karşımızdakine ne dediğimiz, konuşmanın ne yöne gideceğinde temel belirleyici. Hal böyle olunca, öncelikle çocuklarımla, ama kaçınılmaz olarak tüm çevremle konuşmalarımda, farketmeden (tamam, bazen farkederek) yaptığım hataları görmeye başladım. Bu iyi birşey. Hataları görmek yani. Çokça da iyi yaptığım iş olduğunu, çoğu tavrımın doğru olduğunu görüp sevindim. İletişim ile ilgili kitaplar okudum ve okuyorum ama "interaktif" bir çalışma daha faydalı oluyor sanırım. Durum analizleri yapıyoruz bazen. Çeşitli sorulara cevap verirken aslında daha önceleri farketmediğimiz noktalar buluyoruz. Ve açık konuşuyoruz. Herkesi oldukça samimi ve "daha iyi" anneler olma yolunda son derece istekli ve iyi niyetli buluyorum grupta. Tabii hiç baba yok aramızda.
Bir de görüyoruz ki, herkesin sorunları var, başetme yöntemleri var ya da yok, ama bir şekilde birinin diğerine faydalı olabileceği konular çıkıyor. Parent Center'ın geçen haftalardaki konularında vardı. Mükemmel ebeveynler olmaya çalışırken hata yapmak son derece doğal. Kasılmak, üzülmek, etrafı germek, herşey mutlaka doğru olsun diye üstün didinmelere kalkışmak, keskin sirke küpüne zarar hesabı biraz. Evet daha iyi olacağız ama hataların olması da çok doğal. Hem, çok sevdiğim (ve korktuğum) yaşlı bir bilgeden öğrendiğim sözde olduğu gibi: Anne mutlu ise, herkes mutludur!
Bolca da gülünüyor bu arada. Eğitmenimiz yaşça hepimizden küçük ancak bilgili ve ilgili. Konuşurken kendine saygı duydurtmasını, kendini dinletmesini biliyor. En kıdemli anne ise benim, birkaç adım ileriden de örnekler verme, soru sorma şansım oluyor. Çok da güzel oluyor.
Bakalım haftaya neler öğreneceğiz.

Cuma, Aralık 19, 2008

Bugün ne yazacağımı bilmeden açtım boş sayfayı. İşe de geç geldim hastayım diye. Bu sabahın rutinini babamız devraldı. Ben biraz daha uyuyup dinlenebileyim diye. Sabah saat yediye doğru uyanıp, önce ablamızı gönderdi okula. Sonra da oğluşu uyandırdı, hazırlayıp okula bıraktı. Uykumun arasında gülüşmeler, mırıltılar duydum. Herşey yolunda gitti belli ki.

Perşembe, Aralık 04, 2008

Karamsar Olmak İçin İyi Bir Gün Değil

Hem de hiç değil..

Dün Kızılay'da sıra beklerken, susturamadığı için 3-4 yaşlarındaki kızını döven, sen benim ömrümü yedin diyen kadın..
İleride topluma salınacak, zorba ana babalar tarafından, zorla, o mükemmel özlerinden uzaklaştırılmış yüzlerce çocuk..

Karanlık yolda kasten kaldırılmış logar kapağının üstünden geçip, sağ ön lastiğimi yırtıp, bir hırsızlık ya da gasp girişiminden, hem de arabada oğlum varken, şans eseri kurtulmam..

Zincirleme olarak herşeyden "tırsar" duruma gelmem..

Misket bombasından artık çok utanıyoruz, hadi yasaklayıp aklanalım diye anlaşma hazırlayıp imzaya açılmasına rağmen, en büyük stokçu ülkelerin imza koyacaklar listesinde olmaması..

Patlamalar ve yeni ölümler..
Hindistan..

Bir türlü düzelmeyen gözlerim..

Tiroid..

İşten çıkarılanlar..
Uyuşturucu kullanma yaşının nerelere indiği..
...
Karamsar olmak için iyi bir gün değil, çünkü kızım doğdu bugün sekiz yıl önce.. Şeker hanımım, neşe kaynağım..

İyi ki doğdun..İyi ki varsın. Daha güzel bir yazı olsun isterdim. Sana bakarken, içim titrerken, dışarıda olanları düşünüyorum ister istemez. Akıl sağlığımı korumaya çalışıyorum, sizin için. Sakin olmaya..Düşünmemeye..Şimdi kanatlarımın altında güvendesin..Sıcacık..Kucağıma sığmasan da yavaş yavaş..
Gülüşün umudum oldu bugün..İyi ki varsın minişim..

Çarşamba, Aralık 03, 2008

Perşembe, Kasım 27, 2008

Mantı Nasıl Yapılır?

Dün okulda mantı yapmışlar! Sonra da oturup bir güzel yemişler. Bu haftanın makarna haftası olması dolayısı ile, her türlü etkinlik makarnalarla yapılıyor. Okulda eve dönerken nasıl yaptınız mantıyı bana da öğretir misin dedim oğluma. Başladı anlatmaya:
-Önce makarnayı alıyosun, içine..neydi? köfte koyuyorsun?
-kıyma mı?
-hah kıyma!
-makarnanın içine doldurup, ittiriyosun. Sonra pişiriyosuuuun.
-piştikten sonra ne yapılıyor?
-üzerine yoğurt konuyor. Bir de tarçın ve nane..
(tarçın karabiber oluyor galiba ama emin de değilim hani)
-harika! o zaman evde de hep birlikte mantı yapabiliriz, değil mi?
-yok, ben bugün yaptım, çok yoruldum.

Şef ne derse o olur tabii, mantı başka bir güne kaldı. Öğlen yemeğinde kendi yaptıkları mantıdan yemek mühtiş hoşuna gitmiş. Öğretmenleri de, almaya gittiğimde heyecanla mantı maceralarından bahsettiler hemen. Çok başarılı bulmuşlar benim küçük şefimi.
Bakalım biz ne zaman tadabileceğiz o güzel elleriyle yaptığı mantıyı? Şimdilik beklemedeyiz..

Pazartesi, Kasım 24, 2008

İkinci Sinema Denememiz

İlki Wall.e idi. İkincisi de bu haftasonu ablam

Cuma, Kasım 14, 2008

Annelog 3.Yaşını Bitirdi!


Tamam.. Kabul ediyorum..Çok ara verdim. Ama açıklayabilirim. Sanırım yazarken kendimi fazlaca engellediğimi farkettim. yok bunu yazmayayım, uygun olmaz dediğim durumlar fazlalaştı. Çekindim. Günlük yazınca çekinmemeli insan. Sanal günlükler ise sanki tek başınaymışsın gibi düşünülüp başlanılan ama sonra hiç de öyle olmadığının farkına varılan, "bence" gerçek hayat kadar gerçek, sosyal ortamlar. Neysen o olduğun ve bunun da gören gözlerce çok net farkedildiği bir yer. Günlük hayatta düzgün değilsen, burda da olabilmen mümkün değil. Bence. Sonuç olarak, değer verdiğim için, endişelendim sanırım. Yazamadığım şeyler olunca da (yoo hiç de kötü şeyler değil), tabiri caizse "soğudum". Tesadüfen 14 Kasım 2005'te yazmaya başladığımı gördüm bir ara. E bu iyi bir tekrar başlangıç olabilir dedim hemen. Blog yolculuğunda, uzun aralar da olsa, üçüncü yıl bitmiş. Zamanın çok çabuk geçtiğine dair çeşitli yazılar yazmışken, şimdi bir daha yinelemeyeyim ama, üç yıl nasıl da geçmiş hayret!

İyi ki doğdun Annelog! Bir ara blogger kapatılmıştı galiba ama çözümlenmiş olmasına da çok sevindim. Tekrar merhaba.

Neler oldu kısmına girmeyeceğim. Zira işin içinden çıkmak zor olacak. Ama ennnn önemli değişiklik artık kendi iş yerimizde çalışıyor olmam. Zaten üç yıllık bir firma idi, bana da ihtiyaç olunca eşimin geliyorsun sinyalini ikiletmedim. Haziran ayında başladım. On iki yıldır öyle kasmışım ki kendimi çalışma saatleri konusunda, şimdi izin almama gerek olmadan bir yere gitmek ne büyük bir iç huzuru imiş, ancak şimdi anlayabildim. Çok iyi oldu benim için. Çok.
Fotoğraf Atlantik Okyanusu'nun karşı kıyısında, otel odasından çekildi. İlk kıtalararası yolculuğumdan..

Cuma, Haziran 13, 2008

Öğrendim ki..

..rüyalar da gerçek olabilirmiş. Sen kendini bilirsin ve ben sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.

Cuma, Mayıs 09, 2008

Megatronik Nedir?

Dün akşam çok şeker bir abla geldi bize. Çocuklar bayıldılar tabii. Nasıl aklı başında, nasıl cıvıl cıvıl. Gelecek yıl okulunda branşını seçecekmiş. Megatronik okumayı düşünüyormuş. Nedir ki o dedim. Robotların içlerindeki çipleri filan yaparmış bu kişiler. Senkronizasyon ve otomasyon gerektiren her alanda çalışabilirlermiş. Ülkemizde fazla yokmuş bu bölümü bitiren. Geleceğini garanti altına almak istiyormuş. Hem de ailesinin kurulu hazır işleyen bir işi olmasına ve okul sonrası iş bulma kaygısı olmamasına rağmen. Hayatta ne olacağı belli mi olur diyor. Bravo tabii.

Ben o yaşlarda bu kadar aklı başında mıydım diye düşünüyorum. Yok. Kesinlikle değildim. Olmalıydım ama. Geçti artık. İlerinin gençleri için herşey çok farklı. Etrafta o kadar çok malzeme var ki. Oyunlar, kitaplar, filmler, çizgi filmler saymakla bitmez.

Ay'da kitabına bayılıyoruz bu aralar. kitabın sonunda belki bizim de birgün aya gidebileceğimiz yazıyor. Oğlum pek istekli değil bu konuda, ay çok uzakmış ve orda yanlız kalırmış çünkü. Yine de legolarla çeşit çeşit uzay gemileri yapıyor. Şimdilik sadece odadan odaya seyahat ediyor bu uzay gemileri.

Bir de bu kitabımız revaçta. Yatmadan önce okuyoruz. Dünyadaki en büyük hayvan hangisidir onu tartışıyoruz sonra. İleride hangi konuyu seçerlerse seçsinler, megatronik konulara dalmasalar bile, bu yaşlarda gördükleri renklerin, şekillerin, hikayelerin, seslerin izlerini taşıyacaklardır diye düşünüyorum.

Şeker abla bir de çocuklar için olan Tabu oyununu getirmiş. Ufak çaplı bir paylaşamama krizi dolayısıyla oynayamadık oyunu. Bir süre cezalı kızım bu konuda. Sanırım bir sonraki haftasonu oynayabiliriz. Ben hiç oynamadım. Eğlenceli olacağa benziyor.

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

Ahval

Şimdilerde kendimi sürekli bir yazma isteği içindeyken yakalıyorum. Kaygan, parlak, gümüş grisi balıklar gibi oynaşıyor düşünceler ve herbir andan yazılacak not edilecek birşeyler buluyorum. Ne zaman koca bir kova doldurup yazmaya otursam, bir bakıyorum hepsi kaçmış balıkların. Kovada delik mi var nedir? Bu sefer birkaçını yakalayayım diyorum. Sanırım bu aralar kendimle konuşuyorum fazlaca. Bu yüzden not edilecek, habire kendimi dinlediğimden de kendi kendime aferin denecek pek çok şey buluyorum. Şunu yazmalıyım mesela. Bir hafta içinde tam beş kitaba başlayıp hiçbirine devam edemedim. Aferinlik bir durum değil ama not edilmeli. Kaptan Mihalis'te karar kılıp, uzuuuun zamandır bitirmeye çalıştığım Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü de fazla gücendirmeden bitirmeli. İlber Ortaylı kitabı biraz bekleyecek. Birkaç sayfa ile başladım ama dikkatim dağıldı çabucak. Okuyamadım. Başka bir dönem okunmak üzere, affına sığınıyorum değerli hocanın. 39 Basamak'ta ise daha ilk basamakta yorulup bıraktım kitabı. Beşinci neydi unuttum. Bir de bu başladı. Unutuyorum. Sürekli. Iris Murdoch geliyor aklıma. Filmin sonu nasıl bitmişti. Unuttum. Sadece sokaklarda kendini bilmez şekilde dolaştığı ve kıyıda oturup sürekli denize baktığı sahneler aklımda kalmış.
Film seyretmek herzamanki gibi keyif veriyor. Tek başına değil ama. Filmin başlama saatine kadar ise mutlaka birşeyler pişiriyorum. Bu aralar mayalı hamur denemeleri yapıyorum sıkça. Bu kadar zaman çekinip yapmadığıma pişman oldum. Başarılı sonuçlar çıkıyor. Fırında puf puf kabardıklarını görünce ellerimi çırpmak geliyor içimden. Yaşasın! Harika kabardılar! İçim de mayalanıyor sanki bu aralar. Yüreğim kabarıyor. Yoğurt mayalıyorum mesela. Bir yandan da kek yapıyorum diyelim ki. Üçüncü olarak ne yapsam diyorum. Bir türlü durmak bilmiyorum film başlayana kadar. Sabahları uyandığımda ayaklarımın sızladığını hissedip şaşırıyorum. Sonra hatırlıyorum. On buçukta film başlayınca oturmuştum koltuğa. Ondandır herhalde diyorum. Vücudumu dinliyorum. duyduklarım hoşuma gitmiyor bu aralar.
Elime kitabımı alıp, fırının başına geçiyorum bazen. Birşeyler pişirmek iyi geliyor, denemeler yapıyorum sıkça. Mutfakta müzik dinliyorum bir de. Çocuklarımın uyuma saati ve film başlayana kadar geçen bir buçuk saat sürede, duramıyorum bir türlü. Pişiriyorum, okuyorum, dinliyorum, bekliyorum, mayalıyorum, kokluyorum, yoğuruyorum, kalıplarla kesiyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, durmuyorum.
Değişken ruh halleri içinde, aslında hangisiydim ben diye düşünmüyor da değilim. Sizinle tanışmış mıydık bir yerlerde? Evet siz, biraz önce sinirden köpüren kişiyle? İşyerinizde hem de. Yakışmıyor size! Hiç hem de. Yok o kadar kötü değil tabii, ama kontrolü de elden bırakmayın. Öfkeniz boğazınızdan beyninize doğru taarruza geçse de bazen, kendinize hakim olunuz. Profesyonellik bunu gerektirir. Değil mi ama?
Haftasonlarını iple çekiyorum. Hepbirlikte açık havada kahvaltı yapmayı seviyorum. Fırından taze çıkmış simitler ve poğaçalarla. Kalp çarpıntılarıma iyi geliyor bu. Biraz rahatlıyorum.
Küçük Mavi Balık yüzme yarışında üçüncü oldu. Sudan korkan, girmek istemiyorum diyen balık. İki yıl önce zorla ve ağlayarak başladığı yüzme kursundan bugüne, büyüdü mavi balık. Sıra minik balıkta. Okyanusa ne kadar hazır olurlarsa o kadar iyi. Okyanus. Büyük.
Bu endişe hallerim yıpratıyor beni. Dakikada kaç kez atardı normal bir kalp? Bilmiyorum. Şükrediyorum sadece. Bundan 11-12 yıl öncesine bakıp, hergeçen gün daha fazla şükrediyorum. Yine de yetmediğini düşünüyorum.
Ne çok felaket, ne çok kötü haber var. Kulaklarını, gözlerini kapamak bile yetmiyor. Bildiriliyor bir şekilde. Bilmekten kaçılmıyor.
Bu akşam evimizin yakınındaki çiçekçiden çiçek almayı unutmayacağım. Her akşam unutuyorum. Mayıs geldi. Hala koca bir demet papatya alamadım.
Bu akşam birşey pişirmiyorum. Misafirler gelecek.
Belki Kaptan Mihalis okuyabilirim ama.
Bakalım..

Pazartesi, Nisan 28, 2008

Troya

Henüz kendisini gidip görmedim Çanakkale'de. Ama geçtiğimiz Cuma, Homeros'tan efsanesini dinledim ve çok benzer beyaz bir maketini görebildim. Troya, tek kelime ile müthişti. Uzun zamandır görmek istiyordum bu topluluğu ancak bir önceki gösterilerine bir türlü fırsat olup da gidememiştim. Okul aile birliğinden birkaç hafta önce gelen yazıyı gördüğümde çok heyecanlandım. Nihayet gidebilecektim.
Gösteriyi soluksuz izledim. Müthiş bir disiplin, özen, etki, ihtişam..Bu topraklara yakışır bir gösteri ile Troya'nın hikayesini, muhteşem müzikler, kostümler, zımba gibi dansçılar, harika kostümler ve dekorlar eşliğinde dinledim.
Fırsat bulunursa izlenmesini şiddetle tavsiye ederim. Kızım da gelmek istedi ancak sonuna kadar dayanabilir mi diye endişe ettik ve biz eşimle gittik. Hem de gecikmiş doğumgünü hediyem oldu bu gösteri.

Dünkü gazetelerden birinin ekinde, Mustafa Erdoğan röportajı vardı. Konu Troya idi. Öğrendim ki, çocuklar için de bir müzikal projeleri varmış ve Troya'dan bile büyük bir proje imiş bu. Merakla ve heyecanla bekliyorum ben.
Dönüşte aynanın üzerinde kocaman bir kalp bulduk. Kızım hazırlamış. Beni, babasını ve kardeşini çok sevdiğini yazmış ve bizi hiç unutmayacağını eklemiş. "Aşkıııııım" diye de imzalamış. Sanırım bu kısmı Şahika gibi söylememiz gerekiyor. Dönüşte kocaman bir kalple karşılanmak çok hoştu doğrusu. Gece bizsiz, gayet sorunsuz geçmiş. Büyüyorlar. Büyüdükçe kolaylaşıyor herşey. Bence.

Cuma, Nisan 18, 2008

Keçileri Kaçırmak ve Sünger

Geçen hafta kızım ve arkadaşlarımızla gittiğimiz opera tam bir felaketti. İsmiyle uzaktan yakından alakası olmayan, hatta opera dahi olmayan, Polonyaca soyut bir tiyatro oyunu imiş meğerse. Çok sıkıldık, üst yazılar doğru düzgün okunmadığı ve belirgin bir konu da olmadığı için, hiçbirşey anlayamadık oyundan. Çantam omuzumda tetikte bir vaziyette, ara şimdi olur çıkarız diye sabrederken oyun bitiverdi neyse ki. Adında keçi ve opera olan bir oyuna rastlanırsa gidilmemesi, ya da en azından çocukların götürülmemesi tavsiye olunur. Yine de farklı bir deneyim oldu hepimiz için. Her oyun beğenilecek diye birşey yok. Kızlar en azından bunu tecrübe ettiler. Ay sonuna doğru bir sonraki aktivitemiz ise bir bale gösterisine gitmek olacak. En azından lisanı anlamama gibi bir sıkıntımız olmaz ve umarım bu kez keyifli birakşam geçiririz.

Bu aralar, bu sevimli sarı süngeri seyretmeyi çok seviyoruz hepimiz. Denk geldiğimizde toplaşıyoruz ve iki bölümü arka arkaya seyretmeden de dağılmıyoruz. Çok sevimli. Çok içten. Eskiden deniz biyoloğu olan yaratıcısının hayal gücüne hayran olmamak elde değil. Uzmanlık alanı ile alakalı tabii, ama yine de nasıl düşünmüş de bir deniz süngerini, dünya çapında sevilen bir çizgi karaktere dönüştürebilmiş. Çocuklar da ben de çok seviyoruz. Hatta ben masama bir tane maketini koydum bile. Sanırım bir miktar bu sevimli süngerin fanatiği oldum. Bu yaşta hem de.

Yine yoğun bir haftasonuna giriyoruz. Programlar şimdiden hazır. Her işin başı sağlık ama. Hepimize önce sağlık sonra güzel bir haftasonu diliyorum.