Perşembe, Şubat 23, 2006

Kıtalar-arası

Okyanusa kablo döşeyip ya da uzaya uydu gönderip, iki ayrı kıtadan insanların birbirleriyle konuşabilmelerini sağlayan ve bu işte emeği geçen herkese teşekkür edesim, alınlarından öpesim geliyor.

Neyse ki, babamızın dönme zamanı yaklaştı. Günde bir kez telefonla konuşmak kesmiyor hatunu. Bebek gibi konuşmaya başladı yine.

Fotoğrafı da kendisi çekmişti babasının kucağında. Titretmiş epey. Ama yine de, bu ilişkide benim yerimi net şekilde anlatıyor :(

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Hoşuma Gider #2

Taze pişmiş kurabiye kokusunda birşey vardır. Hoşuma gider. Akşamları çocuklar uyuduktan sonra ve beklediğimiz filmlerin saati gelmeden mutfağa dalarım. Yeni tarifler denerim sık sık. Akşamın o vaktinde, fırsat varken bir sonraki günün yemeğini yapmak daha faydalıdır muhakkak ki, ama yine de aklım kurabiyelerde kalır. Denemediğim bir tarifi karıştırmaya koyulurum hemen. Kurabiye pişirmek ciddi bir iştir benim için. O arada başka şeylerle uğraşmam. Bir çeşit hobi gibi.
Eve dolan kurabiye kokusu ise, farklı bir hava yaratır bende. Kurabiye iklimi hüküm sürer ve çocukların da bu kokudan etkilenip güzel rüyalar göreceklerini düşünürüm. Gerçekten görürler mi bilmiyorum. Ama böyle hayal ediyorum.
Kurabiyelerimin tadına mutlaka önce ben bakarım. Not veririm kendime ve tarife. Bir dahaki sefere fırında daha az tutulacak, şekeri az olmuş bizimkiler sevmeyecek, fazla yoğurdum herhalde çok sert olmuş, nefis bir tarifmiş bir daha yapılacak gibi...
Ve sonra eşim, vakit çok geç değilse bir fincan kahve eşliğinde, tadına bakar. Beğenir. Ya da bana öyle söyler. Eminim fikrini söylemesini beklerken, beğenmediğini söylese, sanki gözyaşlarına boğulacakmışım gibi duran yüz ifademin bunda etkisi vardır. Birkaç kez daha sorarım nasıl olmuş diye. Neyse ki, bu sırada film başlar ve ben de nihayet susarım. Tabii bir sonraki tarifi deneyene kadar...

Çarşamba, Şubat 15, 2006

Beni tek geçerim...

Tek çocuk olarak geçirdiğim 33 yıl içinde, eşimin 3 tane harika abisi olması ve benim de onları evlendiğimiz andan itibaren kendi abim bilmem, tek çocukluk kaderimi değiştiren olay oldu. Ailenin en büyük torunu da olunca, biraz da birileri için küçük (bu yaşta bile hissedince güzel oluyor) olduğunu hissetmek istiyor insan. Varmış böyle birşey. Tek çocuk sendromu diye. Ben ilgilenip okumadım. Bununla ilgili bir kitabın arka kapağında yazanlar ise, pek hoşuma gitmedi açıkçası. Neyse, üstüme alınmıyorum...

Salı, Şubat 14, 2006

To the one i love...


Bir kırmızı gül niyetine hayatım açılır önünde,
Toprak ve su aşkına, köklerimde sen...
Artık kaygım yok, ölümsüzüm ben.

Sevgililer Günün kutlu olsun!

Cuma, Şubat 10, 2006

Ajanda

Bu yılbaşında, kendime hediye olarak süslü bir ajanda almıştım. Bir çeşit akıl defteri olsun, içinde benimle ilgili tüm bilgiler bulunsun, sağda solda dağınık kalmasın hiçbiri demiştim. Arkadaşlarımın telefon numaraları, denenecek tarifler, randevular, önemli günler artık bu defterde kayıtlı. Daha doğrusu kayıt altına alınmaya devam ediyor. Tamamlayamadım henüz...

Dün de yakınlardaki sevdiğim bir restoranda kendime yemek ısmarladım. Ara sıra yaparım bunu. Hoşuma gider. Yemeğimi beklerken kitap okurum ya da boş boş etrafa bakınırım. İyi gelir...

Dün ajandama yazdıklarım ilginçti. Biraz da o sırada okuduğum kitaptan etkilendim. Buraya da kaydetmek istiyorum ki, bir ya da bir kaç yıl sonra hala bir anlamı olacak mı diye dönüp bakabileyim:

Kariyer Hedefleri (başlık bile koymuşum!)
1.uygun bir alanda kendi işim
2.uygun alanların listesi
3.uygun alanlarla ilgili maliyet, kar/zarar çalışması
4.ekip oluşturma
5.geribildirim, fikir al
6.bilinmesi gerekenler neler
7.kimlerden destek alınması gerekli
8.çalışmaya bu arada devam edilecek mi
9.yatırım için ne gerekli
10.yurtdışı bağlantısı ne olabilir
11.eşine, arkadaşlarına, annene danış

Hiç değiştirmeden yazdım ki, ilk anda nasıl düşündüğümü tekrar görebileyim diye. Sıralamada biraz değişiklik yapmak lazım ama maddeler uygun...

Bakalım göreceğiz. Olur veya olmaz. Öyle veya böyle...Kötü bir plan, hiç planım olmamasından iyidir.

Bu arada, fotoğrafı daha önce Hollanda'da otelin restoranında çekmiştim. Loş bir ortamda, masada tek başıma otıururken patlattığım flaş, epey bir dikkat çekmişti. Ben de, yanlışlıkla düğmeye basmışım da flaş o yüzden patladı havası vermek için, elimde pardon işaretleri yapmıştım etrafa. Bir türlü fırsat olup da kullanamamıştım . Şimdi denk geldi...

Salı, Şubat 07, 2006

Mardin'li Mehmet

Aslı'nın Yeri'nde görüp haberdar olduğum Kardeşini Seç çalışmasına, hemen o gün katılmıştım.

İlk iş olarak, Türkiye'nin pek çok yerinden çocukların kabaca bilgilerinin olduğu listelerden bir kardeş seçmek gerekiyordu. Bu seçimi neye göre, nasıl yapayım binlerce çocuk arasından diye epey düşündüm. Sonunda, görmeyi hep istediğim Mardin'den, soyadını son derece mücadeleci bulduğum bir çocuk seçtim. Kızlar için eğitim şartlarının daha zor olması sebebiyle olsa gerek, listelerde genellikle kardeşini bulmayı bekleyen erkek çocuklar vardı. Kız veya erkek olması ise benim için önemli değildi.

Önce bir mektup yazmak gerekiyordu seçilen çocuğa. Ben de yazdım. Kısaca bizden bahsettim. Ne şekilde kendisini bulduğumu anlattım. Bana kendini ve ailesini anlatan bir mektup yazabilirse çok memnun olacaktım. Mektubu postaladım. Üzerinde kendi adresim olan pullu boş bir zarfı göndermeyi ise, herhalde heyecandan olacak unuttum. Böylece, hiç masraf yapmadan bana geriye postalayabilecekti mektubunu. Olmadı.

Mektubumu postaladıktan birkaç gün sonra, telefonda önce babasıyla konuştuğum 11 yaşındaki Mardin'li Mehmet'le, böylece tanışmış oldum. Dört kardeşin en büyüğü Mehmet. İlk konuşmamızda ne söyleyeceğimi bilemedim. Son derece kibar ve siz diye hitap ederek konuştu benimle. Mektubumu almıştı. İyiydi. Bir isteğim var mıydı Mardin'den. Hayır, sadece bana yazmasını bekliyordum merakla. Varsa ailesinin bir resmini koyarsa da sevinirdim.

Sonra, Mehmet'in mektubunu beklemeden bir mektup daha yazdım. Bu kez, içine okuması için bir kitap ve üzerinde adresim olan bir zarf ekledim. Kitabı okuyup özetini gönderdikçe, kendisine yeni kitaplar göndereceğimi, okumanın insanı en çok geliştiren araçlardan olduğunu, büyük bir adam olduğunda aklının en büyük hazinesi olacağını yazdım.

Bugün Mehmet beni aradı babasının iş yerinden. Kitabı almış, annesiyle birlikte (buna çok şaşırdım ve sevindim!) okumaya başlamışlar. Resim kursuna gidiyormuş bu arada. Daha önce de Halk Eğitim'in bilgisayar kursuna gitmiş. Ama şimdi kurs bitmiş. Acaba birgün bize de yaptığı resimlerden gönderir misin dedim. Sessiz kaldı. Belki de beğenilmeyeceğini düşündü. Konuşmasının bazı yerlerini anlamakta güçlük çektim. İstanbul depreminde orda mıydınız dedi korkmuş bir şekilde. Evet dedim. Burdaydık. O da, o sırada tüm kardeşleriyle burdaymış ve çok korkmuş. İstanbul isminden çok ürküyor şimdi. Gelmek istemiyor.

Bana mektup yazmış ama henüz ulaşmadı. Merakla bekliyorum. Başka neler yapabilirim diye de sürekli düşünüyorum...

Pazar, Şubat 05, 2006

Hayat Arkadaşım'a...

Daha önce haber vermediğim için lütfen bana kızma! Dilimin ucundan döndü kaç kez. Sonra bu günü seçtim seni günlüğümden haberdar etmek için...

Sekiz yıl önce bugün neler yaşamıştık diye düşünüyorum. Saç modelimin berbatlığı ve gelinliğimin son anda bozulan fermuarını saymazsak, rüya gibi bir gündü. Gerçek anlamda rüya gibi, zira çoğu ayrıntıyı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Halbuki ne zehir gibi bir hafızam olduğunu bilirsin!!...Büyükleri pek memnun edememiştik davranışlarımızla ama biz ikimiz sürekli gülümsüyorduk. Bunu hatırlamak da bana yetiyor.

Aynı okulda okuyup, bir kez bile selamlaşmadığım biriyle, mezun olduktan bir yıl sonra tesadüfen karşılaşıp evleneceğim aklımın ucundan geçmezdi. Bazen, o gün beni görüp, anayolun ortasında akan trafikte aniden sağda beklediğim kaldırıma kırmasaydın direksiyonu, şu an nerede ve ne yapıyor olurdum acaba diye düşünüyorum.

Hayatı seninle omuzlamak, orda olduğunu bilmek, ailemize birlikte emek vermek başıma gelen en güzel şeyler.

Nasıl geçtiğini anlayamadığım sekiz güzel yılımız, ailem, evim ve huzurum için sonsuz teşekkür ederim sana.

Birlikte nice sağlıklı yıllara...

Perşembe, Şubat 02, 2006

Bu sabah...

....diyetisyenle randevum için Kızılay'a gittim. Çıkışta babaanneme rastladım. Muayene olmak için sırasının gelmesini bekliyordu.

Uzun zamandır görüşmüyorduk. Ufaklığı hiç görmedi mesela. Bu uzaklaşmanın sebepleri ya da sebep yerine geçecek mazeretleri var tabii, her iki taraf da kendince haklı sebepler buluyor istese. Çok yaşlanmış. Oturduğu koltuktan sanki bir daha hiç kalkamayacak gibi duruyordu. "Babanne!" diye çığlık attım görünce. Koşup boynuna sarıldım. Ne olduğunu o da anlamadı önce. Herhalde önce tanıyamadı beni. Sonra o da sarıldı. İkimiz de ağlamaya başladık, bir yandan da konuşmaya çalışarak. Hastalandığından bahsetti. Tahlil sonuçlarını alacakmış. Halamda kalıyormuş epeydir. Ama evini özlemiş. Gitmek istiyormuş. Çocuklar nasıl diye sordu. İyiler dedim. Ne oldu hasta mısın dedi. Yok hasta değildim, doğum sonrası aldığım kiloları vermek istemiştim sadece. Onun kontrolü vardı dedim. Başka bir şey de söyleyemedim. Sarıldık tekrar. Gözlerim yaşlar içinde " babanne arabayı kötü yere parkettim, acele etmem gerek karşıda da bir toplantıya yetişeceğiz" dedim. Tamam dedi. Bana da beklerim, gelin dedi. Yanından ayrıldığımda o da ağlamaklıydı.

Belli ki o da çok üzgündü görüşmediğimize. Belki birşeylerden o da pişman olmuştu. Ya da artık hiçbirinin önemi yoktu. Sadece etrafında oğlunu ona hatırlatacak kişileri daha sık görmek istiyordu. Belki de beni gerçekten özlemişti.

En kısa zamanda ziyaretine gitmeliyiz. Çocuklarım, küçükken benim de karıştırdığım çekmeceleri karıştırmalılar. Hala duruyorlarsa bebeklerimle oynamalılar. Büyükbabamın anahtarlık ve kartpostal koleksiyonlarını göstermeliyim onlara. Babannemin fazla yemeyelim diye bizden sakladığı badem şekerlerinden aramalılar dolaplarda.

Zaman geçiyor, acele etmek gerek. Sebepleri önemli değil artık. Hala birşeyleri düzeltebilirim.