Cuma, Nisan 28, 2006

...

Gitmek her defasında daha fazla üzüyor artık beni. Yeni birşeylere başlamak çok yoruyor bir de. Bir yerden sonra, demir atacağı yeri bulup, orada durmalı insan. Limanın ona, onun da limana alışması için zaman ve emek vermeli. Çekip gitmemeli. Direnmeli. Bir yerden sonra...

Dostça ayrıldım bugün, artık eski olan işimden. Yenisi beni bekliyor epeydir. Tüm enerjisi ve yoğunluğuyla. Öğretecekleri ve vereceği derslerle. Korkuyorum biraz, asıl işime dönüyorum, üç yıldır uzak sayılırım kendisinden. Görünce birbirimizi tanıyacak mıyız? Bilemiyorum...

Ama çok kıymetli birşey biriktirdim bu arada. Tecrübe. Konusu ne olursa olsun, her şekilde bence bir hazine. Neler olacak göreceğim.

Pazartesi başlıyorum. Düşünecek bunları tartacak vakit yok zaten. İyi olacağını umarak, demir atmayı diliyorum.

Çarşamba, Nisan 26, 2006

İlk Akrostişim


Sevgili Biyonik sayesinde ilk kez bir akrostiş yazdım. Çok eğlenceliymiş. Mutlaka denemek lazım!

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Başka Türlü 23 Nisan

Dün değişik bir 23 Nisan yaşadık. Farklı bir etkinliğe şahit olduk. Ucuz atlattık, ancak çok üzüldük.
Kozyatağı Karfır'a, daha önce satın aldığımız birşeyin iadesi için gittik. Öğleden sonra gidilmemesi gerektiğini ve kalabalığın trajik boyutlarda olacağını biliyorduk ama, yine de gittik. Çekirge bulutu kalabalığının içinde biraz yürümeye çalıştıktan sonra bitkin düşüp, kendimizi starbucks'a attık. İç kısımlarının tenha olmasına hayret ederek, koltuklara gömüldük. Ben çantalar veya kişisel eşyalar konusunda aşırı dikkatliyimdir, hatta hastalık derecesinde kontrol ederim herşeyi. Arabaya biner binmez kapıları kilitlerim mesela. Çantamı gözümün önünde veya hemen uzanabileceğim kuytu bir yerde tutarım hep. Şeytan fısıldadı herhalde, hiç yapmayacağım birşey yapıp, içi oğluşumun eşyalarıyla dolu olduğu için şişkin duran çantamı oturduğum sandalyenin kenarına astım. Bu arada hemen çapraz arka masamıza, yaşları en fazla 15-16 olabilecek iki genç kız oturdu. Burayı tercih edecek tipler değiller ama gelmiş olmaları ilginç diye düşündüm kısacık bir an. Biz çocuklarla ilgilenirken bir anda kızlar ortadan kayboldu. Çantamın yerinde de yeller esiyordu. Kimse birşey görmemişti. Hemen sağa sola bakındık ama, bina çıkışı da çok yakınımızda idi. O kalabalıkta da kaybolmak zor bir iş değil tabii. Hemen güvenlik görevlilerine haber verdik. Üst kattaki danışma bölümüne aldılar bizi. Bu arada da polis çağırdık. Ruhsat ve araba anahtarı da çantada olduğu için, telsizle diğer görevlilere haber verip, bizim arabanın başına da birilerini yolladılar. Ne olur ne olmaz diye.
Danışma kısmı dışarıdan pek görülebilen bir yerde değil. Ben daha önce orada öyle bir ofis olduğunu farketmemiştim. Zabıt tutulurken beklediğimiz süre içinde iki ufak çocuk için kayıp anonsu yapıldı. Neyse ki, sonradan her ikisi de aileleri ile buluşabildiler. Ancak, güvenlik kameralarının bulunduğu odanın kapısında 12 yaşında bir erkek çocuğunun resmi asılıydı. Günlerdir kayıpmış. Resmin altında görüldüğü takdirde ulaşılması istenen telefon numaraları sıralıydı. Hala gülen yüzü gözlerimin önünde. Ailesinin yaşadığı acı dayanılır katlanılır birşey olmasa gerek. Dilerim ki bulunur ve ailesine yuvasına kavuşur.
Bir de 9 tane genç kızın resimlerinin basılı olduğu bir gazete sayfası asılıydı aynı yerde. Hepsi sabıkalıymış. Defalara yakalanıp serbest bırakılmışlar. Eli yüzü düzgün gencecik kızlar hepsi. Tıpkı bize rastgelen kızlar gibi. Temiz giyimli ancak kirletilmiş bakışlı. Ve inanılmayacak kadar cesur, meydan okuyan, korkacak kaybedecek birşeyleri olmayan...
Bir saat kadar sonra, eşimin cep telefonundan bir çantanın bulunduğuna dair mesaj aldık. Ataşehir'de biryerlerde bulunmuş çantam. İçindeki herşey etrafa saçılmış vaziyetteki çantamdan şans eseri eşimin telefonuna ulaşmış bulan kişiler. Eşim ve Karfır güvenlik ekibinden bir kişi, tarif edilen yere gidip çantamı geri getirdiler. Birlikte gittiler, çünkü bazen bu bir tuzak da olabiliyormuş. Çalan kişiler arayıp, çanta için pazarlık edip para kopartmaya çalışıyorlarmış. Kredi kartım ve telefonum dışında herşey yerli yerinde idi. Her ikisini de hemen iptal ettirmiştim zaten. Para ise hiç yoktu.
Bu olaydan en çok etkilenip üzülen kızım oldu. Şimdi biz bu olaydan ne gibi dersler çıkartıyoruz diye konuştuk. Kayıp çocukları görmek ve hırsızlık kavramı ile yakından tanışmak oldukça sarsıcı ancak eğitici oldu onun için. Oğluşum pek etkilenmedi, güvenlik bölümündeki masanı üzerini zevkle dağıtmakla meşguldü.
Başka türlü bir 23 Nisan yaşadık.
O yaşta çocukların farklı bir hayatta, cesaret isteyen gösterilerde rol aldıklarını gördük ve bu konuda kendilerini parlak bir geleceğin beklediğine şahit olduk.
Biz ucuz atlattık. Ancak gençliklerini ve geleceklerini, çaldıkları çantaları darmadağın etmeleri gibi, bilinmeyen bir sokağa fırlatan bu kızlar için üzüldük. Çok üzüldük.

Salı, Nisan 18, 2006

Terasta Keyif

İnsanın annesiyle msn'de konuşması çok ilginç geliyor bana. Öğle tatilinden hemen önce annemden gelen mesajda nasılsın diye yazıyordu. Benim listemde pek kimse yoktur zaten. Ebruşum, annem bir de Gitar vardır. Annemi telefonla sürekli takip ettiğim için yazışmaya gerek duymuyoruz genelde. Neyse, ikimiz de pek iyi değildik; ben şirket sahibine, annem de kendi annesiyle ilgili birşeylere canımız sıkılmış vaziyetteydik.
Hadi yemeğe götüreyim seni, açılırız dedi. Nazlandım biraz, keyifsizim çıkmayayım filan dedim ama ısrarına da dayanamayıp kabul ettim.
İyi ki de etmişim...
Deniz manzalı bir teras katında, nefis bir havada balık yedik birlikte. Konuştuk, gülüştük, açıldık, keyiflendik. Ben şirket sahibi ile ilgili olanları anlattım, o da nelere kırıldığından bahsetti. İçimizi döktük.
Hem de ben keyifsizim, şöyle içim açılsın keyifleneyim diye de, müthiş şık giyinmiş makyaj yapmış. Benim için...
Büyümenin en güzel taraflarından biri, insanın annesiyle çok daha iyi anlaşmaya başlaması ve paylaşabileceklerinin artması bence. Ben işe, o da eve oğluşumun yanına çok daha keyifli döndük. Biraz önce telefon ettim, sesi gayet iyiydi. Demek ki gerçekten terasta keyif ikimize de iyi gelmiş...

Pazartesi, Nisan 17, 2006

Foto

Yok böyle olmuyor...
En kısa zamanda kendime dijital bir fotoğraf makinası almam lazım. Blogda görünecek şekilde çocukların kıyılarından köşelerinden resim çekmek istiyorum ama tek makina olunca zor oluyor. Diğeri iş için kullanılıyor ve sürekli bende değil çünkü.
E yazdığım zaman resim de olursa daha çok hoşuma gidiyor. Hatta resimlerine yazı yazdığım bile olmuştu birkaç kez.
Bir araştırayım bu konuyu...

Cuma, Nisan 14, 2006

Az zamanda çok iş...


...başardık!

Bi kere okul işimizi hallettik. Çok da uzak olmayan, makul bütçeli, düşünce altyapısını bildiğimiz, ingilizce öğretimi olan, düzenli olduğunu düşündüğümüz bir vakıf okuluna kayıt yaptırdık. Öğretmenimizi de tanırsak bu iş tamamdır. Süsten uzak ama fonksiyonel bir binada, kalabalık olmayan sınıflarda yabancı dilden uzak kalmadan, hele ki iyi bir öğretmen de varsa, çocuklarımız için arzuladığımız gösterişsiz ama etkili eğitimin tam yerini bulduk demektir.

Bu arada evimizi sattık ve üzerine bir miktar katıp, bizimkinden daha geniş bir ev aldık. Tapu ve ödeme işlerini de bugün tamamladık. Eylül gibi taşınacağız.

Bu haftanın bir diğer konusu ise bir kaç aydır aldığım iş tekliflerinden biri için büyük heyecan duymam ve teklife evet demem oldu. Gelişme çizgisini bildiğim, yıllardır da birlikte iş yaptığımız bu firma ile çalışmak bana çok şey katacak, benim de onlara faydalı olacağıma eminim. Lüks yatların yapıldığı tersanelerden birine geçmeyi planlıyordum ama görünen o ki, tankerler bir süre daha hayatımda olacaklar. Bizim son derece oynak ve geleceği belirsiz sektörümüzde sağlam bir firma bulup orada kalmayı istiyordum hep. Sanırım bunu gerçekleştirebileceğim burda. Aynı dilden konuşabildiğimiz bir ortam olacak en azından. Mayıs başında hiç ara vermeden başlıyorum.

Bir de araba taksitlerimiz bitti.

Pedal çevirmeye ve çok çalışmaya devam...Yapacak daha çooook iş var.

Pazartesi, Nisan 10, 2006

Veli Toplantısı


Geçtiğimiz Cumartesi günü veli toplantısı vardı. Arkadaş bloglardan anladığım kadarıyla mevsimi geldi galiba. Birçok okulda toplantılar var.
Bizimki bu kez farklıydı. Çocuklarımızdan değil, okuldan ve öğretmenlerden konuştuk. Çünkü okulumuz, büyük bir gruba satıldı. Bir ay içinde tabelalar değişti, sınıflar yenilendi. Fakat, biz veliler ve öğretmenler olarak, yeni yönetimin katılmadığı toplantımızda detaylıca konuşup, yeni anlayış ile ilgili rahatsızlıklarımızın aynı olduğunu gördük.
Bir de öğrendik ki, eski yönetim 5 aydır öğretmenlerin maaşlarını ödemiyormuş. İlgi ve alakada hiçbir eksiklik olmadığı için, kimse bunu farketmedi. Son derece saygı duyduğumuz ve takdir ettiğimiz Müdüre Hanım ve Öğretmenlere bu özverili çalışmaları için teşekkür ettik. 6-7 yıl önce ben de aynı durumda çalışmak zorunda kalmıştım. Zorluğunu bilirim. İyi bir ekip ve kötü bir işletme böyle oluyor işte. O iyi ekip, soru işaretleri içinde konuştu bizimle. Ancak sonradan birebir görüşmelerle anladık ki, yeni grup ile anlayışları tamamen zıt ve çoğu ayrılacaklar. Çok emek vermişlerdi ve duruma çok üzülüyorlardı. Biz de öyleydik.
Şimdi yeni bir okul bulmak zorundayız. Çocuklarla ilgili olarak, okul seçimi konusunda zorlandığım kadar hiçbir konuda zorlanmadım. Devlet mi özel mi, özelse hangisi, bütçesi, uzaklığı, adaptasyonu, öğretmenleri, yönetimi......Yine bunaldım.
Hedefe giden çok fazla yol ve engebe var. En azından doğru bir başlangıç yapılmalı diye düşünüyorum. Mahalle mektepleri eskisi gibi değiller. Evimizin tam karşısında bir ilköğretim okulu ve lise var. Öğrencileri görüyoruz hergün. Böyle olmamalı. Öğretmenin iyi olması tabii gerekli ama, okulun da bir tavrı, disiplin anlayışı, kısaca kişiliği olmalı bence.
Bizim mütevazi özel okulumuzda bu vardı. Şimdi yine kafam çok karışık. Abartmak da istemiyorum ama içimize sinen bir çözüm bulana kadar rahat değilim.
Ne olurdu devlet okulları bu kadar kalabalık olmasaydı ve yabancı dil eğitimi erkenden başlasaydı?
Ne olurdu?

Perşembe, Nisan 06, 2006

Sobeler Devam II

Sevgili Yogun Anne sobelemişti, bir düşüneyim:

Soru: Cocuklarınız mı size adapte oldu yoksa siz mi onlara?
Kızımda biz adapte olduk. Aksini düşünemezdim zaten, zira gaz problemi, süt azlığı, uykusuzluk, v.s. derken eski düzeni korumanın imkanı yoktu. İlk dönemleri atlattıktan sonra, sanki biz şimdiye kadar hep bu düzendeymişiz gibi hissettik. Herkes birbirine adapte oldu. Zorlanmadık. Bir tek Pazar uykularını özlüyoruz. Oğluşum için de aynı şeyler geçerli oldu. İlk dönemler bocaladık, ama kızıma göre geçiş süreci daha kısa oldu. Yine hepimiz birbirimize adapte olduk.

Soru : Uyku, yemek, uslu durma v.b. konularda uyguladiginiz yontemler ?
Oldukça derin mevzular. Bir kere her ikisi de erken yatıp erken kalkarlar. Kendileri de etkilidir tabii ama, uyku saati bizde mutlaka uyulması gereken sert bir kuraldır. Tatil günleri dahil çocuklar saatinde yatarlar veya yatırılırlar. Nadiren istisnalar olur tabii. Bunun faydasını hep birlikte görüyoruz. Zira hem çocuklar uykularını alıp dinlenebiliyorlar, hem de bize akşamları ayaklarımızı uzatma vakti kalıyor.
Yemek konusunu eskiden çok problem ederdim. Şimdilerde daha rahatım, her çeşitten azar azar da olsa yedirmeye gayret ediyorum. Oğluşum için daha kolay çünkü sebze çorbası yiyor ve içinde herşey oluyor. Ama kızıma sebze yedirmek oldukça maharet gerektiriyor.
Uslu durma konusunda çok fazla sıkıntı yaşamıyoruz. Birşeyi engellediğimizde her ikisine de sebeplerini açıklıyoruz ve net tavır koymaya çalışıyoruz. İşe yarıyor genelde. Arada da yaramazlık yapmalarının hiçbir sakıncası yok. Göz yumduğumuz da oluyor.

Elma Şekeri, Sobeeeeee!

Sobelere Devam

Sevgili Crescent aşağıdaki sorular için sobelemişti, zaten geciktim, hemen cevaplıyorum:
1.Soru: Cennette yada cehennemde (kim bilir ?) insanlığa yön veren bütün o eski bilim adamları (Einstein, Newton, Maxwell, Rudherford, Galileo, Pascal, Bohr vs…) bir araya gelmişler. Her gün bilimsel konular üzerinde tartışmak çok sıkmış onları, ve bir gün saklambaç oynamaya karar vermişler. Kısa çöpü çeken Einstein başlamış saymaya yüze kadar herkeste bir koşuştumaca, saklanacak yer arıyorlar. Ama bir tek saf (?) Newton olduğu yerden kıpırdamamış. Yerden bir sopa almış ve yere bir şeyler çizmiş. Bu arda Einstein saymayı bitirmiş ve arkasını döner dönmez, hemen hiç düşünmeden ...... sobe demiş. Einstenin sobelediği kimdir ve neden ?
Hmmm, şimdi ne desem. Herhalde dönünce Newton'u gördü ve onu sobeledi. Neden mi? Neden olmasın?
2.Soru: Okuduğunda seni en çok etkileyen kitap?

Can Yayınlarının eskiden içinde 52 tane çocuk kitabının bulunduğu bir set vardı. Bulabilsem yine onu alırım ve çocuklarımın da okumalarını isterim. Hepsi çok güzellerdi. Bak iyi aklıma geldi, bu konuyu yazayım ben Can Yayınlarına.
3.Soru: Takip ettiğin dergi?
Focus, Sofra, Maison Franceis (yanlış yazdım galiba), Popüler Tarih, Yemek Zevki
4.Soru: Günlük okuduğun gazete?
Yok. Gazete okumayı bırakalı uzun zaman oldu.
5.Soru: En yaramaz çocukluk anın?
Maalesef öyle çok yaramaz bir çocuk değildim:( Hiç hatırlamıyorum.
6.Soru:Televizyon yapımcısı olsan yapmak istediğin program ne olurdu?
Gezi programı olurdu. Ordan oraya seyahat eder, üzerine bir de para kazanırdım:)

Sobelenmedi ise; Zeynep sobeee!

Çarşamba, Nisan 05, 2006

Fazla da geciktirmeden...

Sevgili Aslıberry ve Aslı, sobelemişlerdi beni. Daha fazla gecikmeden yazayım;

Kitaplar;
Kızımın bizden çok kitabı var şu an. Çeşitli boy ve ebatta olmakla birlikte, küçükken sayfaları sert karton olan kitapları kolaylıkla okur(!) ve hatta beğendiklerini yerdi. Muşamba kaplı banyo kitaplarını da severek kemirmişti bir dönem. Biraz daha büyüdüğünde hikayeleri hatırlar ve resimleri tanır oldu ki, bir kitabı bize defalarca okutmak suretiyle, ufak çaplı sabır deneyleri yapardı üzerimizde. Büyüdükçe ilgisi prensesli masalların olduğu kitaplara yöneldi. Bizim her hafta yaptığımız kitapçı turlarımız vardır. Her ziyarette tek bir kitap alma hakkı olur. Bulabildiği bir yere oturur, uzun uzun kitapları inceler. Ve sonra bir tanesine karar verir. Artık yaşı geçti ama Tübitak'ın o güzel mavi kaplı kavramlar serisini çok sevmiştik biz. Birlikte yapardık hep. Oğluşum için de aynı seriyi almayı düşünüyorum. Kendileri şu an uzun süreli olmasa da kitaplarla ilgileniyorlar. Özellikle dekorasyon dergilerindeki çeşit çeşit lambaları bulup "Amma!" (lamba yani) diyerek göstermek çok hoşuna gidiyor. Renkli, net resimli kitaplar oğluşumun da ilgisini çekiyor ama en çok içinde kuş resmi olanları seviyor ve kanatlı her türlü yaratığa "Kaaga" (Karga) diyor. Salça kavanozunun üstündeki penguen de onun için bir karga!

Oyunlar;
Oooo bir sürü...Kızımla ilgili hemen aklıma gelen oyun bebek konuşturmaca. Biz baygınlık geçirdik köşe bucak kaçıyoruz bu oyundan ama, kazara eve gelen misafirleri esir almak suretiyle, zorla tiyaro oyununda oynattığı oluyor. Kimseyi bulamazsa, kendi kendine senaryo uydurup, bebekleri de başka oyuncaklarla yaptığı sahnelerde konuşturuyor sürekli. Bir dönem kurallarını kendi icat ettiği pişti oyununu ve tombalayı çok sevmişti. Şimdi hiç oynamıyor. Bilmece uydurup sorma oyununu da çok oynardık. Oğluşum şu an daha çok iri legolarla, mutfak ekipmanları, benim tuvalet masamın üzeri ve banyo dolapları ile sıkça oynuyor. Saklambaç oynamayı da seviyor. Kızımda herşey sıralı gitmişti, yapbozlarla uzun süre uğraşırdı. Ama oğluşumda öyle olmuyor, ablasının tüm oyuncakları, yaş gruplamasından bağımsız olarak, zaten elinin altında. Henüz yapbozlar ilgisini çekmedi. Bakalım, belki ilerde ilgilenir.

Sobelenmeyen kaldı mı bilmiyorum ama, Neşeli'de süper fikirler vardır. Sobeee!

Sıra Sıra Odalar

Dün akşam, bildiğim kadarıyla 10 yıldır (belki çok daha öncesi de vardır) ilk kez yapılan bir toplantıya katıldım.
Gemi mühendisleri odasında yapılan toplantının konusu bizim sektörde kadının yeri, durumu, sorunları, yaşadıkları, v.s. idi. Gazetelerden biri için röportaj yaptılar bizimle.
Şimdiye kadar hiçbir oda toplantısına katılmamış olmam hoş değil ve ödenmemiş aidatlarım var ancak konu kadınları ilgilendirince, bu toplantıya katılmamazlık edemezdim.
Erkeklere oranla çok fazla sayıda olmadığımızı biliyordum, yine de 4 kişi olacağımızı da tahmin etmemiştim doğrusu. Katılımı arttırmak ve düzenli şekilde toplanabilmek için sözleştik en azında. Küçük gruplar halinde zaman zaman toplandığımız, ev ziyaretlerine gittiğimiz oluyor ama, nerde kim var tam olarak bilemiyoruz.
Konuşulurken aşağı yukarı aynı dertlerin yaşandığı ortaya çıktı. Farklı bakış açılarıyla tabii. 10 yıl öncesine göre bugün yeni mezun olanlar daha rahat edebiliyorlar pek çok konuda. En azından etrafta karşı cinsin dolaşmasına, fiziki mukavemet gerektiren işler yapmasına, idarecilik yeteneğine ve daha pek çok şeye alışılmış.
Yine de çok daha iyi olabilir. Biraz gayret ve ilgiyle...

Pazartesi, Nisan 03, 2006

Bir Başka 1 Nisan

Hastaneden anneannem aradığında, doğacağıma Babam inanmamış önce. Şaka yapıyorsunuz demiş. Anneannemin o hışımla, normalde hiç yapmayacağı birşey yapıp, ister inan ister inanma deyip telefonu kapatması babamı yeterince ikna etmiş ve hastaneye koşmuş.
Hikaye böyle başlıyor.
Ve bu güne kadar geliyor. Nereye ne kadar süre ile gideceğini bilemiyorum tabii.
1 Nisan Cumartesi günü yaşadığım en güzel doğumgünü idi. Bir süreden beri oluyor bu. Her seneki, bir öncekinden daha güzel oluyor.
Sabah gelirken bakıcımız fırına uğrayıp, bir sürü kurabiye kek ve küçük bir de pastacık almış. Bizim burdaki fırın nefis pastalar da yapıyor. Annemle, bunu önceki gün planlamışlar. Mum almayı unutmuşlar ama. Biz de salonda dekoratif amaçlı kullandığımız mumlardan birini, ki neredeyse pasta boyutlarındaydı, seçip kullanalım dedik. Öyle de yaptık. Yaşla birlikte mumlar da büyümeli tabii. Üflerken dilek dilmeyi de ihmal etmedim. Annem de bakıcımız da, birer hediye almışlar. Beklemiyordum ve gerek de yoktu ama çok mutlu oldum.
Kızım hediye almadığı için kendini kötü hissetmiş olacak ki anneannesini yanına çağırıp birşeyler fısıldadı. Benim dışarıda olacağım zaman içinde, hediyemi ayarlamaya karar vermişler. Sır saklamayı da pek bilmediği için hemen açık etti gerçi. Bak sürpriz yapacağız sana ama, sen bilmiyorsun dedi. Ben de tamam dedim. Sonradan hediyemin, bize yakın bir bi milyoncudan aldığı, benim için dünyanın tüm mücevherlerinden daha kıymetli olan, beyaz plastik bocuklu bir kolye küpe takımı olduğunu öğrendim. Paketi açar açmaz da hemen taktım. Birkaç kez beğendin mi diye sordu. Hem de çok beğenmiştim. Yakası açık bir bluz giydim ki, daha da ortaya çıksın, görünsün dedim. Tabii kendine de ufak tefek bir kaç hediye almayı da ihmal etmemiş. Bak ne şirin şeyler aldım diye onları da gösterdi.
Sabahki erken doğumgünü partimden hemen sonra evden fırladım. Kırmızı bir gül ile karşıladı beni eşim. Yine 11:00 matinesine sinemaya gittik. Bu kez film
V for Vendetta idi. Pörtlekler, kahve, film hepsi harikaydı. Çıkışta biraz koşturarak evden kızımı kapıp, yüzme dersine yetiştik. Ders bitti, yine hızla duşumuzu alıp eve gittik ve bu kez oğluşumu da hazırlayıp, hep birlikte arkadaşlarımızın yemek davetine yetiştik. Nefis yemekler, hoş sohbet, kikirdeyen çıtırlar, etrafı sürekli merak edip kurcalamak isteyen oğluşum eşliğinde güzel bir akşam geçirdik. Eve döndüğümüzde çocuklar hemen uyudular, zaten bizde de daha fazlası için enerji kalmamıştı.
Doğduğum günün 33 tam yıl sonrası, çok hareketli, çok renkli ve en önemlisi sevdiklerimle geçti. Birlikte olamadığımız arkadaşlarımla da telefonla görüştük hiç olmazsa.
Yeni yaşıma hızla girdim. Yaşadığım hergün, olduğum ve yaşadığım en güzel zaman benim için. Bunu aileme eşime ve çocuklarıma borçluyum.
Bir de annem ve babama. Annem henüz söylemedi ve babamın da beni görüp görmediğini bilemiyorum ama, umarım benimle gurur duyuyorlardır. Çünkü ben kendimle duyuyorum...

Cuma, Mart 31, 2006

İspanyol Gecemizden Notlar

Neşeli'cim detaylarını anlatmış ama, birkaç ilave yapmadan edemeyeceğim.
Çıtırlar süperdi bi kere. Fırfırlı dönen eteklerle danseden ablalardan bahsetmiştim ben bizim hatuna, pek sevinmişti. İki çiftin dansettikleri azıcık zamanda bile ilgiyle izledi. Boğaziçi Oda Orkestra'sı muhteşemdi ancak yine de, çıtırların kendi aralarında zaman zaman kikirdemelerini engelleyemedi. Bu tip konserlerde, mümkünse bir anne bir çıtır bir anne bir çıtır şeklinde bir oturma düzeni tercih edilmeli. Bir ara "Anne nece çalıyorlar, İspanyolca mı?" demesi, beni de tabiri yerindeyse koparttı.
Konser arasında, istersen çıkalım, bu kadar yeterli gibi dedim. İstemedi. Kalalım dedi. İkinci yarının sonlarında tam sıkıldım demeye başlamıştı ki, dansçılar tekrar sahnede göründüler de ilgisi canlandı. Beğendin mi diye sordum. Elinin beş parmağını da açarak eh işte işareti yaptı. Yine de çok keyifliydi. Dün akşam bizim kızlar da bana, yarın için doğum günü hediyesi alıp, süpriz yaptılar. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Siz bi tanesiniz kızlar! Hem hediyem için hem de konser organizasyonu için tekrar tekrar teşekkürler!

Perşembe, Mart 30, 2006

Bir İlk

Bu akşam bir ilki gerçekleştireceğiz kızımla. Anneler ve kızlar şeklinde bir grup olarak Sabancı Gösteri Merkezindeki İspanyol Gecesi'ne gideceğiz. Sevgili Neşeli'nin süper organizasyonu sayesinde biz de geri kalmıyoruz böyle şeylerden. Oğluşum da azıcık daha büyümüş olsaydı da, o da gelebilseydi babasıyla. Ama, şu an bunun için çooook erken. Beyler yine evde kalacaklar bu durumda. Biz de ilk defa kız kıza böyle bir akşam geçireceğiz. Tüm ilgi ve özeninin babasında toplandığı şu günlerde, benim biraz puan toplayabilmem için iyi bir fırsat. Umarım beğenir de planlarım suya düşmez.
Bu arada oğlumda da bariz bir bana düşkünlük var ki, insanı mest ediyor. "Seni Seviyorum" diyorum uyuturken, anlıyor ve boynuma sıkı sıkı sarılıyor. Ne zaman öğrendi söylediğimin anlamını bilmiyorum. Sadece bu anları beyin kıvrımlarıma kazımaya çalışıyorum. Bu akşam görüşemeyeceğiz, erken çıkmamız lazım. Şimdiden az göreceğimi bildiğim için özlüyorum.
Bakalım bizim çıtır kızlar gösteriyi beğenecekler mi? En azından bu yaşta böyle bir hatıraları olacak. Yanlış hatırlamıyorsam, ben, ilk kez canlı olarak göreceğim İspanyol Dansını. Üniversitede Tango Passion'a gitmiştim. O kadar. Bizimkiler 6 yaşında ve biraz sıkılsalar bile, onlar için eminim unutulmaz bir deneyim olacak.

Pazartesi, Mart 27, 2006

Küçük Mavi Balık

Yüzme, sağlık bir yana, güvenlik için bilinmesi, su üstünde kalmaktan öte öğrenilmesi gereken bir spor bence.
Cumartesi günü ilk yüzme dersimize gittik kızımla. Belediyenin spor salonunda sürekli, her yaşa yüzme dersleri var. Bize de çok yakın olduğu için, bu fırsatı değerlendirelim dedik.
Elimizde tahlil kağıtlarımız ve vesikalık resimlerimizle kızımın kaydını yaptırıp, bir önceki dersin bitmesini bekledik bir süre. Küçük yüzündeki korku her halinden belliydi. Bir iki kez geri dönelim, yarın geliriz diye deneme yaptıktan sonra, kararlılığımı görüp vazgeçti. Sessizce bekledi.
Soyunma odasındaki kabinde mayosunu giydirirken zar zor duyulacak bir sesle "Anne, korkuyorum" dedi. Öleceğim sandım o anda. Sesimin titrediğini farkettirmemeye çalışarak, "Biliyorum canım, ben de yeni başlayacağım ve bilmediğim işlerden önce korkarım. Zamanla alıştıkça korkum geçer. Bakalım neler olacak göreceğiz" dedim.
Yeni ve henüz bilmediği herşeyde ilk adımı atması her zaman çok zor oldu. Kendini koyvermesi ve o bilmediği işi yapıvermesi hep vakit aldı. İki yaz önce havuza ayaklarını sokmaya alışmıştı. Hatta sonra çocuk havuzuna inip, beline gelen suda oynamaya başlamıştı. Geçen yaz da, simitle yüzer hale geldi. Bu sene de, artık tamam yüzme öğrenmelisin dedik. Ve spor salonuna geldik.
50-60 kişilik, irili ufaklı çocukların arasında pembe bonesi başında, öylece bir kenarda durdu önce. Havuz etrafındaki ısınma turlarına ve sonraki ısınma hareketlerinin hiç birine katılmadı. Havlusuna sıkı sıkı sarılıp bekledi.
Bu arada, tribünde yerinde rahat duramayan ben de, yüzünü seçmeye çalışarak, her hareketini izliyor ve acaba katılacak mı diye merak ve endişe içinde bekliyordum. Isınma hareketleri bitince, çocuklar havlu ve terliklerini kapıp duş almak üzere soyunma odalarına dönmeye başladıklarında, korktuğum oldu ve ağlamaya başladığını gördüm. Yüzme eğitmeni ablaya yaklaşıp derdini anlatmaya çalıştığını gördükçe, tribün korkuluklarının üzerinden fırlayıp, kendimi olimpik havuzun diğer tarafına atmamak için zor tuttum. Eğitmen abla oldukça sert. Gözyaşlarına prim vermedi ve sırtından hafifçe itekleyerek, soyunma odasına götürdü kızımı. O anda, yanımda oturan ve hop hop zıpladığımı gören hanım "Hiç karışmayın, yoksa alışamaz " dedi. Ben de "Evet görünmeyeyim,değil mi?" dedim. Sanki kafamın içinde bir sarkaç vardı ve katı olmakla kendini koyvermek arasında gidip geliyordu. Oturdum. Beklemeye başladım.
Duşunu alan çocuklar, yaş gruplarına göre kendi eğitmenlerinin yanlarına birer birer koşarlarken, ayaklarını sürüyerek ve ağlayarak havlusuna sarılmış halde geri geldi hatunum. Bu sırada iki tırnağımı kemirmiştim. Diğerlerini kurtardım neyse ki.
Yeni başlayanlar grubu, çocuk havuzuna girmişti bile. En sona kalmıştı ve eğitmeni çağırıyordu. Nihayet suya girdi. Bundan sonrası kolay olur dedim içimden. Uzaktan seçebildiğim kadarıyla artık ağlamıyordu. Grupla birlikte, eğitmenin söylediklerini yapıyordu teker teker. Ben de rahat bir soluk alıp, arkama yaslandım. Bir dahaki sefere, yanımda kahve getireyim diye bile düşündüm.
Bir süre sonra dönüp bana el sallamaya bile başladı. Gülümsüyordu ve eğlendiği her halinden belliydi. Eşiği geçmiştik.
Ders bittiğinde yüzünde heyecan vardı. Sevmişti olanları. Demek ki bir sonra ki ders daha iyi olacak diye düşünürken, soyunma odasında olmadığını farkettim. Eğitmen dahil herkes gelmişti havuzdan ancak bizimki yoktu! Endişe duyargaları daha yeni sakinleşmiş ben, panik halinde koridorlarda dolaşıp adını bağırmaya başladım. Eğitmeni, yolunu şaşırıp başka kapıdan girdi herhalde dedi. Bir de erkek bölümüne bakmalıydım. Oraya doğru koştum ki, pembe havlusuna sarılı, mavi mayolu balığım beni arar halde ve nereye geldiğini bilmez gözlerle giyinip soyunan oğlanların arasından bakıyor.
Seslendim. "Anne eşyalarım nerde?" dedi ben ona sıkı sıkı sarılırken.
Bundan sonrası güle oynaya, duş, giyinme ve saç kurutna faslı idi. Sevdiğini ve yarın gelmek istediğini söyledi.
İkimiz de çok korktuk ama atlattık. Pazar günü çok daha iyi geçti. Havuzun içinden tribüne bana laf yetiştirmeye ve arkadaşlarıyla birbirlerine su atmaca oynamaya bile başladı.
Ben de bu kez arkama yaslanıp kahvemi içtim.
Sadece, anneler için bone takma kursu var mı diye salondakilere soracaktım. Unuttum. Bir dahaki haftaya artık...

Cuma, Mart 24, 2006

Müsait Değilim!


Okuldan üzgün gelmiş kendileri.

Telefona çağırdım, sesini duyayım, nasıldı günün, iyi misin diyeyim istedim. Hergün yaptığım gibi. Müsait değilmiş! Eve gelince konuşurmuşuz.
Öğretmeni çok kızmış arkadaşlarına ve bir daha gelmeyeceğim demiş. Bizim hatun da dünden beri, acaba gerçekten gelmez mi diye düşünüyor. Hatta bu sabah, okula gitmesem, öğretmenim de yok zaten dedi. Çok etkilenmiş. Birilerinin üzülmesine hiç dayanamaz. Öğretmenine de çok değer veriyor ve üzülsün istemiyor.
Pazartesi'ye kadar toparlar umarım.

Tabii ben bu arada, telefonla görüşemediğimle kaldım. Bir saat sonra evde olacağım, bakalım bu kez müsait olacak mı?

Perşembe, Mart 23, 2006

Yok yok yaşlanmışız!

Dün, henüz mezun olmamış ama bitirmeye de birkaç dersi kalmış bir gemi inşa öğrencisiyle, iş görüşmesi yaptık. Ufak tefek kıpır kıpır bir çocuk. Saçlar dimdik ve jöleli. Konuşmaya başladık. Rahatlığı beni çok şaşıttı, sorduğumuz sorulara o kadar rahat ve doğal cevap verdi ki, ister istemez ilk iş görüşmem aklıma geldi.
Ne kadar utanıp sıkılmıştım, onu hatırladım. İki lafı biraraya getirememiştim galiba. Şöyle gerine gerine ideallerimden, ne yapmak istediğimden, görev verilirse çok çalışabileceğimden, hangi işleri yapmaktan hoşlanabileceğimden bahsetmek şöyle dursun, sanırım aklımdan bile geçmemişti. Bir de korkuyordum.
Zamane gençleri çok daha rahatlar. Kendilerinden eminler. Şunları şunları yaptım, ilerde de bunlar bunlar olsun istiyorum diyebiliyorlar.
Çok hoşuma gitti de, kuşak farkını hissettim bir anda. Hiç şikayetçi değilim ama yaşlandığımı da bu kadar net farketmemiştim.

Salı, Mart 21, 2006

Uzuuuuuuun bir anket!

Sevgili Mrsucar sobelemiş. Ben de cevapladım.
rumuz/takma adınız: annelog
doğumgününüz: 01.04.1973
hiç öpüştünüz mü: nasıl soru şimdi bu?
Hiç koca bir kutu " oreos" yediniz mi? O da ne? dediğime göre sorunun cevabı hayır
Hiç sahneye çıktınız mı? Ortaokuldayken evet
Hiç araba kazası yaptınız mı? ufak bi tane evet
Hayatınızda Eiffel Kulesi'ne gittiniz mi? henüz hayır
En sevdiğiniz şampuan? neden sordunuz
En sevdiğiniz sabun? neden sordunuz
En sevdiğiniz renk nedir peki? kendini kırmızıya yakın hisseden koyu pembe, bir de yanyana mor ve yeşil, yine yanyana camgöbeği mavi ve kahverengi. Ama yanyana olacaklar, bu önemli!
En sevdiğiniz gün efendim? Cuma akşamı tabii ki
En sevdiğiniz gece? Yukarı bakınız
En sevdiğiniz müzik grubu? Hmmm, uzun zamandır özel bir müzik grubu seviyor değilim.
En sevdiğiniz reklam? Dans eden araba, süper! Bi de basket sahasına havuzmuş gibi atlayan çocuklar var, o da çok iyi bence.
Erkek arkadaşınız var mı? Tabii ki.
Birisinden hoşlanıyor musunuz? Tabii ki.
En iyi arkadaşınız var mı? Tabii ki.
Telefonunuzda hızlı arama tuşlarında sevdiğiniz arkadaşlarınızı sıralıyor musunuz? Yoo.
En komik arkadaşınız kim? Evren, çok güldürür beni, komiktir.
En çok hangi arkadaşınızla alışverişe gidersiniz?Annemle
En çok kime mail yazarsınız? Çalıştığım firmalara
En eski arkadaşınız kim? hmm, Hüloş galiba. Di mi Hülooş?

En gürültücü arkadaşınız kim? Çocuklarım:)
En çekingen arkadaşınız kim? Oğluşum, bazen:)
Ailesini en iyi tanıdığınız arkadaşınız kim? Nasıl derecelendireyim şimdi??
En çok hangi arkadaşınızdan öneri alırsınız? Ebruş'tan
Hangi arkadaşınız bütün sırlarınızı biliyor? Sırrım yok ki.
En çok kimden anketler alıyorsunuz? Mrsucar'daaan!!!
Hangi arkadaşınızı kıskanırsınız?Orta 1'de Fulya diye bir kankim vardı, bi keresinde benim asla inemeyeceğim kadar eğimli bir tepeden aşağı erkeklerle yarışmak için inmişti ve yukarı çıkmıştı. Çok kıskanmıştım. Aynı gün ben başka bir tepeden aşağı yuvarlanmıştım:(
Kimle ağlarsınız? Farketmez, kim müsaitse onunla beraber ağlarım. Ne biçim soru bu?
Sürekli kullandığınız bir cümle/söz var mıdır, nedir? Dikkat etmedim ki hiç. Bir dinleyeyim kendimi.
Son 24 saatte....
ağladınız mı? Hayır
birisine yardım ettiniz mi? Biraz önce bir iş görüşmesinde, gelen kızcağıza galiba yardım etmiş oldum
gazetede bir şeyi incelediniz mi? Hayır
saçınızı kestiniz mi? Hayır
etek giydiniz mi? Hayır
kravat taktınız mı? Hayır
birisine kötü davrandınız mı? Hayır
birisiyle alaycı konuştunuz mu? Soruları cevaplarken biraz alay oluyor tabii şu an
yürüyüşe çıktınız mı? Masamdan diğer odaya
sinemaya gittiniz mi? Hayır
öpüştünüz mü peki? Sorunun amacı nedir?

dudaktan mı? Sorunun amacı nedir?
kendinizi aptal hissettiniz mi? Hayır, ama süper akıllı da hissetmedim
"Seni seviyorum," dediniz mi? Evet
mektup yazdınız mı? Blog sayılıyor mu?
sınava girdiniz mi? Bu anket sayılıyor mu?
bir şeyin üstesinden geldiniz mi? Evet, yüklüce bir sipariş aldım, bence bu sayılmalı
yeni birisiyle tanıştınız mı? Hayır
günlüğünüze yazdınız mı? Evet
en sevdiğiniz filmi izlediniz mi? Hayır
hoşlandığınız biriyle konuştunuz mu? Evet
birisine hediye verdiniz mi? Hayır
birisini özlediniz mi? Evet
kucaklaştınız mı? Evet
kavga ettiniz mi? Hayır
arkadaşınızla kavga ettiniz mi? Hayır
bir şeyden korktunuz mu? Evet

en son ne zaman duş aldınız? İki gün önce de, niye sordunuz
gece yemek yediniz mi ? yok yemem
şu anda ne giyiyorsunuz? venedik karnaval kıyafetlerimi

yorgun musunuz?yok henüz değilim
mutlu musunuz? özellikle hayır ama mutsuz da değilim, sorulardan bunaldım ama!!
pijama mı giyiyorsunuz? Niçin sordunuz?
yatarkenyemek yiyor musunuz? hayır
birisiyle online konuşuyor musunuz ?evet

bu anketin bitmesine hazır mısınız?taaa başından beri hazırım
bu anketi ne zamandır yapıyosunuz?bilmem, hatırlayamıyorum bile
en sevdiğiniz sandviç? Daha önce böyle bir şeye kafa yormadım, bir düşüneyim
kahve mi sıcak çikolata mı? Kahve
sıcak mı soğuk mu? İklimse ılık, kahve ise sıcak, dondurma ise soğuk. Ne demek şimdi bu?
küçük mü büyük mü? Duruma göre değişir, nerden bileyim şimdi
nasıl bir hava? Ilık demiştim
dantel mi saten mi? Farketmez, ne için soruluyor bilmiyorum ki
eski mi yeni mi? Ortaya karışık
orası mı burası? Burası


Ohh, bitti! Anket sorularını hazırlayan arkadaş, bir zahmet sonuçları da bildirsen de, neden cevaplıyoruz bunları, nedir profilimiz, toplumun yüzde kaçlık dilimindeki neyin hedefi kitleyiz bilsek.

Resimleri Sildim

Sevgili Biyonik uyarmış ve Taurus'un yazısından bahsetmiş. Hayatta aklıma böyle şeyler olacağı gelmezdi. Risk almaya ve acaba diye kabus görmeye gerek yok. Çocukların tüm resimlerini kaldırdım. Bundan sonra kenarlarından kıyılarından resimler çekeceğim blog için.
Dünya bu kadar mı kirlenmiş? İnanılır gibi değil!

Pazartesi, Mart 20, 2006

Başardık!

Cumartesi saat 11 matinesine gitmeyi başardık!

Doğrusunu söylemek gerekirse o kadar zor olmadı. 10 yıldır ilk defa birkaç aydır Cumartesi'leri çalışmıyorum. Eşim de işlerini ayarlayınca, sinemayı sinema salonunda izleme ayrıcalığını (!) biz de yaşadık. Mısır pörtlekleri de nefisti. Ön koltuktakilerin kafası ekranı kapatmıyordu ve film güzeldi. Daha ne olsun...

Syriana ile ilgili ufak bir not: Hani filmler bittikten sonra bir yazı çıkar ve der ki "gördüğünüz kişi ve olayların gerçek hayatla ilgisi yoktur, benzerlikler tesadüftür". Bu filmden sonra da aynı yazı çıktı. Çok güldük bunu okuyunca.

Bir sonraki hedefimiz Nisan ayında Vaşovski kardeşlerin filmi. Şimdiden sabırsızlanıyorum.

Çarşamba, Mart 15, 2006

Kek Anne

Bir darbe daha aldım. Alıştım aslında bu duruma ama, yine de hafif (!) bir burukluk da olmuyor değil...

Ufaklık uyuduktan bir saat sonra yatıyor kızım. Arada kalan bu süre sadece ona ve onunla ilgili şeylere ait her zaman. Bazen kulaktan kulağa, bebek konuşturmaca gibi oyunlar oynuyoruz. Ya da sadece öylece oturup televizyon seyrediyoruz. Bir de ikimiz birlikte kek yapıyoruz. Daha doğrusu, ben tariften gerekli malzemeleri okuyorum veya unu su bardağına koymasına yardım ediyorum, gerisini kendi yapıyor. O sırada sohbet ediyoruz. Ben aşçı yamağı şeklinde kendisine malzeme yetiştirmeye çalışırken, o da kabın içindekileri karıştırmaya uğraşıyor. Sadece kakaolu veya çikolatalı kek sevdiği için pek fazla çeşit çıkmıyor ve sonuç da sürpriz değil. Ancak, tüm bu uğraş öyle keyifli ki, ikimiz de öyle hoşlanıyoruz ki bundan, tarifi mümkün değil.
Geçen akşam yine nefis çikolatalı kekimizi yaptık birlikte. Herşey harika. Ertesi sabah oldu. Odasının önünden geçiyorum ve şunları duyuyorum: "Babacım, keki sadece senin için yaptım!"
Yok kabullendim de, ben de bir şekilde konuya dahil olduğumu sanıyordum.
Aşçı yamaklığına devam...

Pazartesi, Mart 13, 2006

Çay Töreni

Bu ayki Focus dergisinde ilginç birşey okuduk.
Japonların ünlü çay törenlerinin uzun sürdüğünü ve belirli kuralları olduğunu biliyorduk. Ama bilmediğimiz ve yeni öğrendiğimiz, bu törenlerde misafir ve evsahibinin birbirlerine, bir daha hiç görüşemeyeceklermiş gibi davranmaları oldu. Dört saat kadar süren törende tek ilgilenilenin çay servisi olduğunu sanırdım. Değilmiş.
Bir de Japon çocukları, bu törenler sırasında nerede oluyorlar veya gelen misafirler çocuklarını getirmemiş mi oluyorlar merak ediyorum. Çünkü, bizi düşünüyorum. Değil tören yapmak, bazen ne yiyip içtiğimi bile hatırlamaz halde bir koşuşturma içinde oluyoruz. İki arada bir derede sohbet edilebilirse ne ala. Ama bir de denk gelip de ufaklıklar aynı anda uyumuş, büyükler de babalarla birlikte parka gitmişse, o arada içilen kahvenin tadına doyum olmuyor. İşte asıl tören bu.

Salı, Mart 07, 2006

Öğlen Yemeği

Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim.
Bugün, öğlen yemeğinde kızlarla buluştuk. Geçen yıl çocuklarımız aynı sınıftalardı. O gün bugündür, biz de çocuklarımız da kopmadık birbirimizden.
Dedikodulu, rejimli, esprili, bol tatlılı bir yemekti. Etrafta çocuklar olmadan birarada olmak biraz tuhafımıza gitti önce ama çabucak adapte olduk. Her ay bu şekilde toplanacağız, kız kıza.
Şiddetle tavsiye edilir.

4'ler

Sevgili Sevilay 4'ler konusunda beni sobelemiş. Hemen yazıyorum:

Yaşadığım 4 Yer
-Tuzla/İstanbul (geç buldum çabuk alıştım)
-Yalıkavak/Bodrum
(her yaz istisnasız, baba evim)
-İzmir/Bornova ve Çapa/İstanbul (çoook eskiden çocukken)

-Elazığ (çoook eskiden birazcık büyümüşken)

Tatil İçin Gittiğim 4 Yer
-Yalıkavak/Bodrum (çok az görüşebildiğim uzak sevgilim)
-Bozcaada
(ah o şarap kokan sokaklar ve kale dibindeki çay bahçelerinde çekirdek yemek)
-Halfeti/Urfa (yıllaaaar önce gitmiştim, hala unutamam, artık görme şansım da yok)

-Eşimle Ege ve Akdeniz turu yapmıştık bir kez. Arabayla tamamen plansız. Nefisti. Cunda'yı, Kekovayı ve Patara'yı çoook sevmiştik.

(Tekrar Tekrar?) İzleyebileceğim 4 Film
Bir sonraki sahnede ne olacağını bilince pek heyecan duymuyorum. Ama yine de 1'den fazla kez seyredebileceğim filmler var.
-Bram Stoke'un Drakula'sı (yok korku filmi değil)
-Tarantino'nun Hero'su (yeni keşfettim sayılır)
-Yılanların Öcü (oyuncuların hiçbiri oyuncu gibi değildi, gerçekti)
-Pink Floyd The Wall (Lisede seyredip bir süre kendime gelememiştim. Şimdi seyretsem aynı etkiyi yapar mı merak ediyorum doğrusu)
Daha çok var ama 4 kuralını bozmayayım.

En Sevdiğim 4 TV Programı
-Discovery'de(ydi galiba) Mega Yapılar
-Aliye
-Denk gelirse ve çocuklar uyumuşsa Seinfeld.
-Artık, denk gelirse ve çocuklar uyumuşsa, Prison Break. Cnbc-e'de.
Genelde film seyrediyoruz yine de.

Yaptığım 4 İş
-Üniversiteden mezun olana kadar; resepsiyonislik, turizm acentası bilet satışı, garsonluk, fuarlarda stand hostesliği ve danışma görevlisi, marketlerde promosyon dağıtımı, anketörlük, konferanslarda ve bazen otellerdeki zengin düğünlerinde yer göstericilik hoşgeldiniz deyicilik, bir mobilyacıda pazar brunchlarında servis yapıcılık (tuhaf ama gerçek). Hatta hatta, bir klipte ve çarkıfelek ramazan programında folklör kıyafetleriyle tiviye çıkmışlığım bile var. İngilizce ders de vermiştim ama o kadar yeteneksizim ki öğretme konusunda, devam ettiremedim.
-Mezun olur olmaz; eski rus tankerlerinin havuzlanmaları ve tüm tamir işlerinin organizasyonu, taşaronlara iş dağıtımı ve hakedişler. Gemi sahipleriyle hesap kapama işleri. Ordan, ihale dosyalarının hazırlanması ve yeni inşa gemi tekliflerinin hazırlanması. Ordan, gemilerin ithal malzemelerinin tüm teklif toplama, gümrük, nakliye, varsa akreditif ve ödeme takibi işlemleri. Ordan, yeni inşa edilen bir gemide planlama mühendisliği. Ordan ve şu anda, gemilere malzeme satışı yapan bir temsilcilik firmasının satış sorumluluğu. Burdan nereye, ben de bilmiyorum.

Şimdi aklıma gelenler;
-15 yaşımda ilk ve son ticari girişimimi yaşadım. Tahtakaleden aldığım üç koca torba (siyah, beyaz ve kırmızı-hiç şansı yok) plastik boncukla kolye yapıp hiçbirini satamamıştım. Pazar araştırması denilen işten haberdar değildim.
-Babamın muayenehanesinde sekreterlik (yazları ve son derece sıkılarak yapardım ama keşke tekrar yapabilsem)

En Sevdiğim 4 Yiyecek
-Fırından yeni çıkmış taze ekmek üzeri bal ve kaymak
-Balık ve salata ikilisiyle sonsuza dek yaşayabilirim
-Simit (çıtırından)
-Çikolata ve çikolatalı herşey

Şu Anda Olmak İstediğim 4 Yer
-Evde 2 saatlik bir gündüz uykusu hiç fena olmazdı
-Arkadaşlarımızla birlikte olabileceğimiz, yemeklerin lezzetli, tuvaletlerin temiz, çocuk parkının güvenli olduğu herhangi bir yerde açıkhavada brunch
-Bodrum Kale Cafe'de limonlu adaçayı içmek de güzel olurdu şu an
-Yalıkavak'taki evimizde badem ağacının altında badem kırıp yemek

Uzun oldu biraz. Ben de, eğer ebelenmedilerse Neşeli, Zeynep,Semra ve Uğur ve Aslıberry'yi sobeliyorum.

Cuma, Mart 03, 2006

Melekler Şehri

Melekler Şehri filminde bir sahne vardır.
Filmin sonlarına doğrudur. Meg Ryan her iki tarafı ağaçlıklı bir yoldan gitmektedir. Yaprakların arasından kaçışan güneş pırıltıları, sarı buklelerinde yanıp sönmektedir. Bisikletiyle rüzgarın içinden geçmektedir pedal çevirirken. Bir ara ellerini yanlara doğru açar, pedal çevirmeyi bırakır ve gözlerini kapar. Durgun su üzerindeki beyaz ufak bir tekne gibidir. Sadece saçları dalgalanmaktadır.
O anda kamera Meg Ryan'ın yüzüne odaklanır. Yüzünde huzur vardır. Aradığını bulmuşluk vardır. Zaman durmuştur.
Bu hafta sık sık aklıma geldi bu sahne. Nedense...

Çarşamba, Mart 01, 2006

Durum raporu

Vahim...Uykusuzluk ve yoğunluk üstüste geldi. Vakit olmuyor yazamıyorum da...Bir de elma yemiyorum kaç gündür. Ondan mı acaba bu halsizlik?

Perşembe, Şubat 23, 2006

Kıtalar-arası

Okyanusa kablo döşeyip ya da uzaya uydu gönderip, iki ayrı kıtadan insanların birbirleriyle konuşabilmelerini sağlayan ve bu işte emeği geçen herkese teşekkür edesim, alınlarından öpesim geliyor.

Neyse ki, babamızın dönme zamanı yaklaştı. Günde bir kez telefonla konuşmak kesmiyor hatunu. Bebek gibi konuşmaya başladı yine.

Fotoğrafı da kendisi çekmişti babasının kucağında. Titretmiş epey. Ama yine de, bu ilişkide benim yerimi net şekilde anlatıyor :(

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Hoşuma Gider #2

Taze pişmiş kurabiye kokusunda birşey vardır. Hoşuma gider. Akşamları çocuklar uyuduktan sonra ve beklediğimiz filmlerin saati gelmeden mutfağa dalarım. Yeni tarifler denerim sık sık. Akşamın o vaktinde, fırsat varken bir sonraki günün yemeğini yapmak daha faydalıdır muhakkak ki, ama yine de aklım kurabiyelerde kalır. Denemediğim bir tarifi karıştırmaya koyulurum hemen. Kurabiye pişirmek ciddi bir iştir benim için. O arada başka şeylerle uğraşmam. Bir çeşit hobi gibi.
Eve dolan kurabiye kokusu ise, farklı bir hava yaratır bende. Kurabiye iklimi hüküm sürer ve çocukların da bu kokudan etkilenip güzel rüyalar göreceklerini düşünürüm. Gerçekten görürler mi bilmiyorum. Ama böyle hayal ediyorum.
Kurabiyelerimin tadına mutlaka önce ben bakarım. Not veririm kendime ve tarife. Bir dahaki sefere fırında daha az tutulacak, şekeri az olmuş bizimkiler sevmeyecek, fazla yoğurdum herhalde çok sert olmuş, nefis bir tarifmiş bir daha yapılacak gibi...
Ve sonra eşim, vakit çok geç değilse bir fincan kahve eşliğinde, tadına bakar. Beğenir. Ya da bana öyle söyler. Eminim fikrini söylemesini beklerken, beğenmediğini söylese, sanki gözyaşlarına boğulacakmışım gibi duran yüz ifademin bunda etkisi vardır. Birkaç kez daha sorarım nasıl olmuş diye. Neyse ki, bu sırada film başlar ve ben de nihayet susarım. Tabii bir sonraki tarifi deneyene kadar...

Çarşamba, Şubat 15, 2006

Beni tek geçerim...

Tek çocuk olarak geçirdiğim 33 yıl içinde, eşimin 3 tane harika abisi olması ve benim de onları evlendiğimiz andan itibaren kendi abim bilmem, tek çocukluk kaderimi değiştiren olay oldu. Ailenin en büyük torunu da olunca, biraz da birileri için küçük (bu yaşta bile hissedince güzel oluyor) olduğunu hissetmek istiyor insan. Varmış böyle birşey. Tek çocuk sendromu diye. Ben ilgilenip okumadım. Bununla ilgili bir kitabın arka kapağında yazanlar ise, pek hoşuma gitmedi açıkçası. Neyse, üstüme alınmıyorum...

Salı, Şubat 14, 2006

To the one i love...


Bir kırmızı gül niyetine hayatım açılır önünde,
Toprak ve su aşkına, köklerimde sen...
Artık kaygım yok, ölümsüzüm ben.

Sevgililer Günün kutlu olsun!

Cuma, Şubat 10, 2006

Ajanda

Bu yılbaşında, kendime hediye olarak süslü bir ajanda almıştım. Bir çeşit akıl defteri olsun, içinde benimle ilgili tüm bilgiler bulunsun, sağda solda dağınık kalmasın hiçbiri demiştim. Arkadaşlarımın telefon numaraları, denenecek tarifler, randevular, önemli günler artık bu defterde kayıtlı. Daha doğrusu kayıt altına alınmaya devam ediyor. Tamamlayamadım henüz...

Dün de yakınlardaki sevdiğim bir restoranda kendime yemek ısmarladım. Ara sıra yaparım bunu. Hoşuma gider. Yemeğimi beklerken kitap okurum ya da boş boş etrafa bakınırım. İyi gelir...

Dün ajandama yazdıklarım ilginçti. Biraz da o sırada okuduğum kitaptan etkilendim. Buraya da kaydetmek istiyorum ki, bir ya da bir kaç yıl sonra hala bir anlamı olacak mı diye dönüp bakabileyim:

Kariyer Hedefleri (başlık bile koymuşum!)
1.uygun bir alanda kendi işim
2.uygun alanların listesi
3.uygun alanlarla ilgili maliyet, kar/zarar çalışması
4.ekip oluşturma
5.geribildirim, fikir al
6.bilinmesi gerekenler neler
7.kimlerden destek alınması gerekli
8.çalışmaya bu arada devam edilecek mi
9.yatırım için ne gerekli
10.yurtdışı bağlantısı ne olabilir
11.eşine, arkadaşlarına, annene danış

Hiç değiştirmeden yazdım ki, ilk anda nasıl düşündüğümü tekrar görebileyim diye. Sıralamada biraz değişiklik yapmak lazım ama maddeler uygun...

Bakalım göreceğiz. Olur veya olmaz. Öyle veya böyle...Kötü bir plan, hiç planım olmamasından iyidir.

Bu arada, fotoğrafı daha önce Hollanda'da otelin restoranında çekmiştim. Loş bir ortamda, masada tek başıma otıururken patlattığım flaş, epey bir dikkat çekmişti. Ben de, yanlışlıkla düğmeye basmışım da flaş o yüzden patladı havası vermek için, elimde pardon işaretleri yapmıştım etrafa. Bir türlü fırsat olup da kullanamamıştım . Şimdi denk geldi...

Salı, Şubat 07, 2006

Mardin'li Mehmet

Aslı'nın Yeri'nde görüp haberdar olduğum Kardeşini Seç çalışmasına, hemen o gün katılmıştım.

İlk iş olarak, Türkiye'nin pek çok yerinden çocukların kabaca bilgilerinin olduğu listelerden bir kardeş seçmek gerekiyordu. Bu seçimi neye göre, nasıl yapayım binlerce çocuk arasından diye epey düşündüm. Sonunda, görmeyi hep istediğim Mardin'den, soyadını son derece mücadeleci bulduğum bir çocuk seçtim. Kızlar için eğitim şartlarının daha zor olması sebebiyle olsa gerek, listelerde genellikle kardeşini bulmayı bekleyen erkek çocuklar vardı. Kız veya erkek olması ise benim için önemli değildi.

Önce bir mektup yazmak gerekiyordu seçilen çocuğa. Ben de yazdım. Kısaca bizden bahsettim. Ne şekilde kendisini bulduğumu anlattım. Bana kendini ve ailesini anlatan bir mektup yazabilirse çok memnun olacaktım. Mektubu postaladım. Üzerinde kendi adresim olan pullu boş bir zarfı göndermeyi ise, herhalde heyecandan olacak unuttum. Böylece, hiç masraf yapmadan bana geriye postalayabilecekti mektubunu. Olmadı.

Mektubumu postaladıktan birkaç gün sonra, telefonda önce babasıyla konuştuğum 11 yaşındaki Mardin'li Mehmet'le, böylece tanışmış oldum. Dört kardeşin en büyüğü Mehmet. İlk konuşmamızda ne söyleyeceğimi bilemedim. Son derece kibar ve siz diye hitap ederek konuştu benimle. Mektubumu almıştı. İyiydi. Bir isteğim var mıydı Mardin'den. Hayır, sadece bana yazmasını bekliyordum merakla. Varsa ailesinin bir resmini koyarsa da sevinirdim.

Sonra, Mehmet'in mektubunu beklemeden bir mektup daha yazdım. Bu kez, içine okuması için bir kitap ve üzerinde adresim olan bir zarf ekledim. Kitabı okuyup özetini gönderdikçe, kendisine yeni kitaplar göndereceğimi, okumanın insanı en çok geliştiren araçlardan olduğunu, büyük bir adam olduğunda aklının en büyük hazinesi olacağını yazdım.

Bugün Mehmet beni aradı babasının iş yerinden. Kitabı almış, annesiyle birlikte (buna çok şaşırdım ve sevindim!) okumaya başlamışlar. Resim kursuna gidiyormuş bu arada. Daha önce de Halk Eğitim'in bilgisayar kursuna gitmiş. Ama şimdi kurs bitmiş. Acaba birgün bize de yaptığı resimlerden gönderir misin dedim. Sessiz kaldı. Belki de beğenilmeyeceğini düşündü. Konuşmasının bazı yerlerini anlamakta güçlük çektim. İstanbul depreminde orda mıydınız dedi korkmuş bir şekilde. Evet dedim. Burdaydık. O da, o sırada tüm kardeşleriyle burdaymış ve çok korkmuş. İstanbul isminden çok ürküyor şimdi. Gelmek istemiyor.

Bana mektup yazmış ama henüz ulaşmadı. Merakla bekliyorum. Başka neler yapabilirim diye de sürekli düşünüyorum...

Pazar, Şubat 05, 2006

Hayat Arkadaşım'a...

Daha önce haber vermediğim için lütfen bana kızma! Dilimin ucundan döndü kaç kez. Sonra bu günü seçtim seni günlüğümden haberdar etmek için...

Sekiz yıl önce bugün neler yaşamıştık diye düşünüyorum. Saç modelimin berbatlığı ve gelinliğimin son anda bozulan fermuarını saymazsak, rüya gibi bir gündü. Gerçek anlamda rüya gibi, zira çoğu ayrıntıyı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Halbuki ne zehir gibi bir hafızam olduğunu bilirsin!!...Büyükleri pek memnun edememiştik davranışlarımızla ama biz ikimiz sürekli gülümsüyorduk. Bunu hatırlamak da bana yetiyor.

Aynı okulda okuyup, bir kez bile selamlaşmadığım biriyle, mezun olduktan bir yıl sonra tesadüfen karşılaşıp evleneceğim aklımın ucundan geçmezdi. Bazen, o gün beni görüp, anayolun ortasında akan trafikte aniden sağda beklediğim kaldırıma kırmasaydın direksiyonu, şu an nerede ve ne yapıyor olurdum acaba diye düşünüyorum.

Hayatı seninle omuzlamak, orda olduğunu bilmek, ailemize birlikte emek vermek başıma gelen en güzel şeyler.

Nasıl geçtiğini anlayamadığım sekiz güzel yılımız, ailem, evim ve huzurum için sonsuz teşekkür ederim sana.

Birlikte nice sağlıklı yıllara...

Perşembe, Şubat 02, 2006

Bu sabah...

....diyetisyenle randevum için Kızılay'a gittim. Çıkışta babaanneme rastladım. Muayene olmak için sırasının gelmesini bekliyordu.

Uzun zamandır görüşmüyorduk. Ufaklığı hiç görmedi mesela. Bu uzaklaşmanın sebepleri ya da sebep yerine geçecek mazeretleri var tabii, her iki taraf da kendince haklı sebepler buluyor istese. Çok yaşlanmış. Oturduğu koltuktan sanki bir daha hiç kalkamayacak gibi duruyordu. "Babanne!" diye çığlık attım görünce. Koşup boynuna sarıldım. Ne olduğunu o da anlamadı önce. Herhalde önce tanıyamadı beni. Sonra o da sarıldı. İkimiz de ağlamaya başladık, bir yandan da konuşmaya çalışarak. Hastalandığından bahsetti. Tahlil sonuçlarını alacakmış. Halamda kalıyormuş epeydir. Ama evini özlemiş. Gitmek istiyormuş. Çocuklar nasıl diye sordu. İyiler dedim. Ne oldu hasta mısın dedi. Yok hasta değildim, doğum sonrası aldığım kiloları vermek istemiştim sadece. Onun kontrolü vardı dedim. Başka bir şey de söyleyemedim. Sarıldık tekrar. Gözlerim yaşlar içinde " babanne arabayı kötü yere parkettim, acele etmem gerek karşıda da bir toplantıya yetişeceğiz" dedim. Tamam dedi. Bana da beklerim, gelin dedi. Yanından ayrıldığımda o da ağlamaklıydı.

Belli ki o da çok üzgündü görüşmediğimize. Belki birşeylerden o da pişman olmuştu. Ya da artık hiçbirinin önemi yoktu. Sadece etrafında oğlunu ona hatırlatacak kişileri daha sık görmek istiyordu. Belki de beni gerçekten özlemişti.

En kısa zamanda ziyaretine gitmeliyiz. Çocuklarım, küçükken benim de karıştırdığım çekmeceleri karıştırmalılar. Hala duruyorlarsa bebeklerimle oynamalılar. Büyükbabamın anahtarlık ve kartpostal koleksiyonlarını göstermeliyim onlara. Babannemin fazla yemeyelim diye bizden sakladığı badem şekerlerinden aramalılar dolaplarda.

Zaman geçiyor, acele etmek gerek. Sebepleri önemli değil artık. Hala birşeyleri düzeltebilirim.

Salı, Ocak 31, 2006

Rapunzel

Çocukların yaptıkları resimlerde, iç dünyaları ile ilgili pek çok ipucu olduğunu bildiğimiz için, yapılan her resmin bizce önemi vardır. Amatörce inceleriz. Canlı renkler mi kullanılmış, resimde kimler var, sayfanın nerelerine yerleştirilmiş, kişiler gülümsüyor mu, vucütları nasıl, eksik çizilen özel bir yer var mı, ne hayal edilmiş gibi. Özel durumlarda bulabildiklerimiz, konuşulmayan pek çok konuda bizi aydınlatır. Ufaklığa hamileyken kızım hep beni resmederdi, karnımda ayakta duran elbiseli bir bebekle birlikte.
...
Uzun ve gür saçlara bayılır küçük hanımım. Aksi gibi öyle çabucak uzamaz saçları. Gürül gürül olmadıkları gibi, bir de benimkilerin aksine, dalgalı olmaları sebebi ile, uzasa bile ensesinde topluca durmakta ısrar eder lüleleri. Bebekken söylemişlerdi, çok kısa kestirin daha gür çıkarlar diye. Dinlemedim, nedense kıyamadım. Sonradan da kendisi itiraz etti berber koltuğuna. Benim acemi makas darbelerimle geçiştirdik hep. İlk kez geçen yıl sonunda gittik berbere. Daha bebek saçları duruyor, bir kaç ay sonra tekrar kestirin, cansız kalmış saçları dedi berber. Geçtiğimiz haftasonu ikinci berber ziyaretimizi yaptık. Saçları kısacık oldu. Saçlarım kaç gün sonra uzar diyor. Hani bir yağ vardı, banyodan önce sürüyorduk, başıma yine sürelim diyor. Saçları biran önce uzasın arkadaşlarınınkiler gibi olsun istiyor.

...
Berber ziyaretinden sonra çizdiği resim ilginçti. Kağıdın ortasında bir kız çocuğu ve kalan tüm boş yerleri kaplayan gür saçlar...Bu kadar etkilenmiş olacağını tahmin etmemiştim. Umarım kestirince gür çıkar kehaneti doğrudur.

Pazartesi, Ocak 30, 2006

Link Ekleme

Bir türlü fırsat bulup tek tek izin alamadığım, ama linklere de eklemek istediğim ve severek takip ettiğim bir çok blog var. Kimse için sakıncası olmayacağını umarak artık eklemek istiyorum.

Perşembe, Ocak 26, 2006

100 Kanguru


Kafam hala iş(im?)le meşgul. Ne yapacağım, ne zaman yapacağım bilmiyorum.
...
Anne olduktan sonra ve yapılması gereken işler arttığından bu yana, birçok işi eş zamanlı yapmaya başladım. Buna kitap okumak da dahil. Eskiden paşa paşa bir kitabı alır bitirir, öbürüne geçerdim. Şimdi tam tersi. Evde, iş yerinde, biryerlerde beklemem gerekirse diye çantamda, hep farklı farklı ve bitirilmemiş kitaplar var. Mesela, Boccaccio'un Decameron'unu yaklaşık üç yıldır okuyorum. Her aklıma geldiğinde ve uyumadan önce sayfaları çevirecek kuvvetim varsa, kaldığım yerden devam ediyorum. Aramadığıma içerlememiş, beni gördüğüne yine de sevinmiş eski bir dost gibi karşılıyor beni...

Konu kitap dostluğu değil tabii...İş yerindeki çekmecemde geçen yıl aldığım ama henüz bitiremediğim birkaç kitap var. Bunlardan biri Ahmet Şerif İzgören'in "İş Yaşamında 100 Kanguru" kitabı...İş değiştiriyor olmaktan dolayı kendimi sürekli suçlar ve şurda şunu yapsaydım daha iyi olurdu filan diye düşünürken, elektriklerin kesik olduğu bir sırada bugün okuduğum bir bölüm, belki de ben o kadar da ele avuca sığmaz bir çalışan olmayabilirim diye düşünmeme ve açıkçası rahatlamama sebep oldu.
Şöyle diyor bir bölümde: "Dünyada çok az ülkede Türkiye'deki eleman değişim hızını görebilirsiniz. Bu kadar çok iş değişikliğinin ana nedenlerinden biri çalışılan kurumu sahiplenmeyle bağlantılıdır. ..... Sahiplenebilmek için, sahiplenilecek firmanın bir felsefesi olması gerekir. Felsefe Yunanca Philo-Sophia kelimelerinin birleşmesinden geliyor; yani Sevgi+Akıl. Bu ikisi bir kurumda bir arada değilse, sahiplenmeyi bekleyemezsiniz."

Düşünüyorum... Bi kere, kurum diyebileceğim sadece bir iş yerim olmuş. Ondan da kendi isteğimle ve saçma bir idealizm uğruna ayrıldım. Sanırım esas hatayı da burada yaptım. Diğer yerlerden de, birinde uzun süre maaşımı alamadığım için, iki tanesinden de, bunu kabul ederek işe almış olmalarına rağmen, akşamları geç saatlere kadar kalmıyorum ve cumartesi pazar her düdük çaldıklarında işe gelmiyorum diye gelen tepkilerden dolayı ayrılmak zorunda kalmıştım. Gemi inşa sektörü son derece hızlı büyüyor Türkiye'de, ancak maalesef bu hızlı ortamda firmalar ne kurumlaşacak zaman bulabiliyor ne de kendilerine uygun bir felsefe yaratabiliyorlar. Sahiplenmeyle ilgili ise benim sorunum şu ki, en baştan fazla sahiplendiğim için, kurum olmayan diğer yerlerde rahatsız ettiğim kişiler oluyor. Bu kısım üzerinde biraz düşünmeliyim. Muhasebesini tam yapmadım daha.
Sonuç olarak, çalışanda olması gerektiği kadar, çalışılan yerde de bazı meziyetler olması gerekiyor. İkili ilişki gibi, sevgi ve akıl olmadan yürümüyor...

Çarşamba, Ocak 25, 2006

Tesadüfen...

...keşfettim bu siteyi. Belki benzerleri de vardır ancak, onlar en hakikisi olduklarını yazmışlar. Tüm dünyadan, 600'e yakın annenin (belki babalar da vardır) bloglarına buradan ulaşmak mümkün. Gün geçtikçe de sayıları artıyor gibi.
Böyle bir çalışmayı bizde de yapmakta fayda var. Geleceği yetiştirmek kolay değil, aynı yöne yürüyenlerin birbirlerine vereceği destek ve tecrübeleri paylaşmak ne şekilde olursa olsun önemli...

Cuma, Ocak 20, 2006

Dün sabah gittim...

...ve hatta dönüyorum bile. Tek günlük bir iş gezisinden...
Eindhoven'a (daha doğrusu havaalanı ve şehir merkezi dışına) ilk gidişimdi. Burda tanışıp görüştüğüm iki firmanın davetlisi olarak gidip, bir tam günü toplantı yaparak geçirdim. Sabah bile denemeyecek kadar erken bir saatte idi uçağım. Yolculuk sırasında da pek uyuyamadığım gibi, esnememe de bir türlü engel olamıyordum. Neyse... Havaalanında, görüşüceğim ilk firmanın yetkilisini beni bekler buldum. Birkaç dakika sonra toplantıya başlamıştık bile. Binalarına girdiğimde burnuma çarpan nefis kahve kokusu, biraz beni ayıltsa da pek yeterli gelmedi. Halen uyku modunda olduğum için, ilk başlarda galiba oldukça boş bakmış olmalıyım ki, önce onlar kendi firmalarını tanıtmayı tercih ettiler. Sonra sıra bana gelince, o da ne?! Kekeliyorum!! İngilizce kelimeler bir türlü aklıma gelmiyor, gelselerde sıraları doğru olmuyor! Aklımdan geçenleri söze dökmek ve aradığım kelimeleri bulmak saniyeler sürüyor. Her türlü işi e-maille halletmeye alışıp, çok az telefon görüşmesi yaparsam olacağı buydu. Bir fincan kahveden sonra, biraz açıldım da, neyse ki birkaç birşey söyleyebildim.

Sonra imalat yapılan yerleri gezdik sırayla. Düzene ve saat gibi işleyen çalışmalarına hayran kaldım yine. Eindhoven'ı birkaç kilometre geçince, Belçika'daki, diğer görüşeceğim firmaya gittik. Her iki firma da bizi beğenirse ve biz onları beğenirsek anlaşma yapılacak ve birlikte çalışılacak. Yani neyi nasıl söylediğim önemli...

İkinci toplantıda da kelimeler kayboldu!!! Konuşamıyorum! Yok, yok, yok! Karşı tarafın kaşları çatılmaya başladı. Birbirlerine filan bakıyorlar.Ben hala geveliyorum. Su içiyorum sık sık. Yok, olmuyor!
Bir ara müdürlerine telefon geldi. Zil sesi ve bir süre mola vermek işe yaramış olacak ki, nihayet açılabildim. Durumu toparlayıp söylemek istediklerimi, onların da anlayacağı şekilde anlatabildim sonunda.

Sonuç mu? Evet, her iki firma da bizimle çalışmak istiyor. Hem de bana rağmen...

Hollanda'ya her gidişimde (hepsi iş için ve son derece kısa geziler), ülkemde bulamadığım için hayıflandığım iki konuya üzülür dururum. Biri, musluktan bardağımı doldurup, tadını çok lezzetli bulduğum sudan içmek. Görüştüğüm firmalardan biri, çöl ortasında kumlu ve nükleer silahla kirlenmiş dahi olsa, böyle bir sudan, tatlı ve içilebilir su yapacak ekipmanları üretiyor. Demek ki yapılabilir. Belki de vaktinde düşünülseydi, İstanbul'da da musluktan su içilebilirdi. Çok zor hatırlıyorum o zamanları ama eskiden musluktan içerdik galiba.

Diğeri ise, çok yaygın olan, annelerin haftanın belirli günleri çalışmaları. Mesela sadece Pazartesi ve Çarşamba...Ya da Salı, Çarşamba ve Cuma...Hem çalışıp hem de evlerine ve çocuklarına yeterince zaman ayırabiliyorlar. Kazançlarını sormadım şimdiye kadar ama, çok da düşük olacağını sanmıyorum. Belki burda da yarı zamanlı çalışabilen şanslı anneler vardır ama azınlıkta oldukları kesin. Tam bana uygun olabilecek bir durum işte.

Bu arada, bu sabah az kalsın dönüş uçağını kaçırıyordum! Süper hafızam sayesinde, uçak saatini gerçekte olduğundan otuz dakika geçmiş gibi hatırlayınca, hevesle beklediğim alışveriş faslını on dakikada filan yapmak zorunda kaldım. Beş tane parfüm deneyip, sonunda ikisi kırkdokuz euro standından, hiç denemediğim iki tanesini, konserve alır gibi sepete attım. Çocuklar için birkaç oyuncak ve hediye çikolataları alışımı ise hayal meyal hatırlıyorum. Ucuz standdan aldığım ruj ve allık renklerine ise, ancak uçakta bakabildim. Neyse ki, kullanılabilir şeyler almışım.

Bir yerlere geç kalmayı sevmeyen ben, peşimde bir parfüm bulutu bırakarak ve sonuncu olduğumu düşünerek bindim uçağa. Kalkışa birkaç dakika kala gelenler olduğunu görünce, rahatlıklarına hayret ettim doğrusu. Unutmamak için uçakta yazıyorum bunları. Bu arada, akşam yemeğinde ve kahvaltıda, bir de biraz önce çikolata ve kahve keyfi yaparak, diyet listemin tamamen dışına çıktım. Pişman mıyım? Tartıya çıkana kadar hayır.

Eve gidiyorum. Ve onları çok özledim...

Çarşamba, Ocak 18, 2006

Hayatımın Erkekleri

Onları böyle görünce, birkez daha çok şanslı olduğumu düşündüm.

Her ikisiyle de aramdaki boy farkı hiç önemli değil. Ya da her ikisinin de hasta olduklarında ilaç içmeye direnmeleri. Ve her ikisinin de güneşe baktıklarında hapşurmaları. Onlar benim hayatımın erkekleri.

Bazen birbirlerini kıskandıkları olmuyor değil tabii. Ancak boylarıyla ters orantılı şekilde ilgi gördüklerini de itiraf etmeliyim. Bu durumda, büyük olanın en azından eşit ilgi görmesi için herhalde bir yirmi yıl kadar beklemesi gerekecek. Ancak şu da bir gerçek ki, evin diğer hanımının ilgisi bu aralar onun için daha önemli. Kısa süreceğe de benzemiyor.

Bu durumda, büyük olanın bana kalması, benim de büyük olana kalmam için epey bir zaman gerekecek.

Tüm dileğim bu şansımızın olması...

Pazartesi, Ocak 16, 2006

Yeniden

Nefis bir tatildi!
Çocuklarla kesintisiz birlikte olmak hem çok yorucu, hem de çok eğlenceliydi. Neyse ki, ufak tefek öksürükler dışında hastalıksız geçirdik tatilimizi. Bu arada yazmayı da özlemişim. Şu birikmiş işleri halledip, tekrar yazmak için sabırsızlanıyorum.
Herkese iyi haftalar:)

Pazartesi, Ocak 09, 2006

Yine yol gözüktü

Uzun bir tatil...İyi gelecek...

Sonra yine heybemi alıp yollara düşmem gerekecek gibi görünüyor. Bir şekilde lanetlendim herhalde. Uzun süre kalamıyorum bir işyerinde. Kalbim yanlış gördüğünü söyle diyor, aklım sana ne otur yerinde diye bağırıyor. Vicdanım rahat, doğru bildiğimi ve inandığımı yaptığım için. Kariyerim ise, parlak zaferlerle dolu diyemesek de, yamalı bohça misali yuvarlanıp gidiyor.

Herhalde bir disiplin sorunum var, iyi bir asker olabilmek için iyi bir komutan görmek istiyorum karşımda. Söylediğine güvenmem, yaptığına inanmam ve her ne olursa olsun kararlarından şüphe etmemem gerekiyor. Aksi halde, huysuz ve huzursuz, aksi ve inatçı bir çalışan oluyorum. Güven, maaştan önemli benim için. Patronu hergün ofiste 2 saat uyuyan bir firmada, ben neden burası kendi firmammış gibi çalışayım? Bir sözü diğerini tutmayan, bunu da üstün ticari ve idari kaygılar adına yaptığını söyleyen birinin vereceği kararlara nasıl uyayım? Gidecek bir adım daha yokken, kendime nasıl bir gelecek kurayım? En iyisi gideyim...Diyorum.

Bunları düşünürken kalmak, çalışır gibi yapmak, yalan söylemek gibi geliyor. İkiyüzlülük gibi...Dokuz köyden kendi kendimi kovma pahasına, katlanamayacağım bir ikiyüzlülük. İki durumun arası yok benim için. Keşke olsa, göçebe olmak hiç hoşuma gitmiyor.

Bakalım nasıl gelişecek olaylar? Göreceğim...

Cuma, Ocak 06, 2006

Yapma, etmeler...

Kızım 2 yaşlarındayken;
1.annecim yoğurt saça sürülmez! Aaaah, çok geç! kameraya alalım bari:) (burada bahsedilen ufak bir kasenin tamamıdır)
2.hayatım, top köftelerini içtiğin suyun içine atma lütfen! Ağğğgh! ıslanmış köfteyi yiyo! Böööğg şimdide yağlı yağlı suyunu içiyor! Fena oluyorum...
Oğluma;
3.kitap yenmez annecim, bak hamur olmuş ama sen yine de yeme!
4.içleri dolu çekmeceler bizim dağıtmamız için hazır bekleyen oyun alanları değildir canım. Annecim dağıtma ablanın çoraplarını!
5.Aaaa, ağzında yeşil birşeyler var! Pastel boya yenmez oğlucum! (başımı çevirdiğim 4 saniye içinde gerçekleşen olay)

Sevgili, İpek'e teşekkür ederim. Sobelenmedi ise ve kabul ederse, Yasemin'i sobeliyorum.

Çocuklarımdan önceki hayatımızda;

1.birden fazla kişiye aşık olunamayacağını sanırdım,
2.iş hayatındaki başarının çok önemli ve vazgeçilmez olduğunu düşünürdüm,
3.aniden bana birşey olacağından veya hastalanıp kalkamamaktan bu kadar korkmazdım,
4.sabrımın sınırları hakkında hiçbir fikrim yoktu,
5.az uykuyla asla yaşayamayacağımı düşünür, geceleri kimsenin üzerini örtmek için kalkmazdım,
6.okul servislerinde kurallara uygun işaretler olup olmadığına dikkat bile etmezdim,
7.kendime bu kadar güvenmez, hayata bu kadar bağlanabileceğimi düşünmezdim,
8.iyi bir model olabilmek için, kimsenin yanında sözlerime ve hareketlerime bu kadar dikkat edeceğimi aklıma getirmezdim,
9.birçok kişinin benimle aynı hissedeceğini ve yıllardır tanışıyormuşuz gibi arkadaşça çocuklardan ve daha pek çok şeyden konuşabileceğimizi tahmin bile edemezdim,
10.evimdeki dolapların bir kısmında, eczane açacak kadar ilaç, şurup, fitil, merhem hiçbir zaman bulundurmazdım.

Her ne kadar 10 maddeye sığdırmak mümkün olmasa da, hiçbirşeyin eskisi gibi olmadığını ve eskiyi asla aramadığımızı (pazar sabahı uykuları dışında:) söylemek, aslında tam bir durum özeti olabilir.

Sevgili Aslı'ya, tekrar teşekkürler. Kabul ederse Sardunya'nın da listesini merakle bekliyor ve blog deyimiyle kendisini "sobeliyorum".

Çarşamba, Ocak 04, 2006

İlk kez...

...sobelendim:) Sevgili Ibeking "yapma, etmeler" ve Sevgili Aslı "çocuklardan önceki hayat" konularında sobelediler. Özellikle Aslı'nın sobelediği konuda biraz düşünmem gerekecek. Her iki listemde de neler olacağını merak ediyorum. Düşünmeye başladım bile...

Salı, Ocak 03, 2006

Hoşuma gitti #1


Bana ne yapmam gerektiğini, öyle olursa nasıl hissedeceğimi ya da hissetmem gerektiğini söyleyen kitaplar, hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Neşeli ol ki genç kalasın, hayallerinin peşinden gidesin tarzını gerçekçi bulmadığım gibi, bu tip yazarların, okuyucunun zekasını hafife aldıklarını düşünüyorum.
Herneyse...
Ne zamandır aklımdaydı bahsetmek. Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı severek ve etkilenerek okuduğum bir kitap oldu. Yedi alışkanlığı say bakalım dense, listenin tamamını sıralayamam şu dakikada. Ancak, kitap bana günlük hayatımda (bu da ne demekse, günlük hayat dışında bayramlık, ellik günlük hayat varmış gibi) kullanabileceğim önemli fikirler verdi.
Kitabın ismini biraz iddialı bulmuştum ama okudukça kendime önemli dersler çıkardığımı gördüm. Bir de ingilizcesini alarak 3 katı fiyat ödediğimi:) Çok daha uygun fiyata alınabilirmiş...

...

İş...Stressss...Birşey olsun ve düzelsin herşey.

Pazartesi, Ocak 02, 2006

Yeni dört mevsim...

Aslında hiç bölünmemiş ve sürekli akmakta olan bir zamanın, yeni bir dört mevsim döngüsündeki ilk çalışma günümdeyim.

Geçen yılı düşünecek fırsat olmadı pek. Kendimi bir anne, eş, arkadaş, çalışan, evlat, gelin ve akraba olarak değerlendirmedim henüz. Envanter sayımı yapıp, stoklarla kafamdakiler tutuyor mu bakamadım. Kar ve zarar hanelerini denklemiş miyim hiç bilmiyorum. Kırdığım kimse olmuş mu, üzdüğüm ve bunu farketmediğim... Varsa, henüz onlarla da mutabakat yapamadım. Yeni seneye böyle başladım.
Kendimle ilgili kararları netleştirmedim, plan yapmadım önümüzdeki yıl için. Hedeflerim neler olsun, uzun veya kısa vadeli getirisi olacak ne gibi yatırımlar yapayım, karar vermedim. Belki bir gün süreyle kepenk kapatmalıyım tüm bunları yapabilmek için. Öyle mi yapmalıyım onu da bilmiyorum.

Bildiğim ve inandığım tek birşey var... Ailem. Tüm muhasebe hesaplarının ve hesaplaşmalarımın ötesinde, geri dönüşü en kazançlı yatırımım.

Herkese ve kendime, ailesiyle birlikte huzurlu ve sağlıklı bir yeni yıl dilerim!

Cuma, Aralık 30, 2005

Hoppala Tombala


Bu aralar favori oyunumuz tombala.
Tabii ufalıklık yattıktan sonra.
Kızım, babamız, ben, misafir oyuncular anneannem ve kayınvalidem, kıran kırana bir tombala mücadelesi içindeyiz akşamları. Kızım oyun kurucudur herzaman, sen şu yeşil kartı al, sen pembeyi bırak, annem çeksin sayıları gibi. Ya da kurallar anlık olarak onun isteğiyle değişiverir. Neden diye sorulmaz. Onun oyunudur ve kuralları düzenleme hakkı vardır. Biz de uyarız, saygı duyarız. İki turdan fazla oynamıyoruz ama hem herkes katılabiliyor, hem de sayılarla içli dışlı olabiliyor kızım. Ayrıca bir süre barbi konuşturma oyununa da ara vermiş oluyoruz ki, herkesi en çok bu rahatlatıyor:)

Salı, Aralık 27, 2005

İyi ki Doğdun(uz)!

Bugün oğlumun doğum günü...Hayatımıza katılalı ve daha da renklendireli 1 yıl oldu. Nasıl geçtiğini anlamadığımız, bazen bunalıp yorgunluktan bayıldığımız ama sonsuz keyif aldığımız ve her dakikası için şükrettiğim bir yıl...

Hafta içine rastladığı için, geçtiğimiz Pazar günü kutladık oğluşumun doğumgününü. Yakın akrabalarımız ve yakın arkadaşlarımız ile birlikte olmak, kızımın hem oğluşuma hem de kendine gelen hediye paketlerini açarkenki heyecanını görmek, herkesin konuştuğu bir ortamda sohbet etmeye çalışmak, annemin, kayınvalidemin ve benim yaptığımız ikramların beğenilmesi, diyet programımı bir günlük askıya almak gerçekten harikaydı.

Günün tek olumsuzluğu, benim aniden hastalanmam ve ancak misafirlerin gelişinden kısa bir süre önce ayaklanabilmem oldu. Zaten kısa süre sonra da hastalığımı unuttum. Fotoğraf çekmeye, ikramlardan atıştırmaya, bizim için misafir sayılmayacak kadar yakın olan dostlarımızla sohbet etmeye kaptırdım kendimi.

Kızım artık alıştı kalabalık ortamlara. Oğlum ise biraz şaşkındı, tam olarak neler olup bittiğini anlayamadı önce. Yabancılardan pek çekinmez, dışarıda gördüğü ablalara önce tüm şirinliğiyle gülümser sonra da kucaklarına atılır. Bu kez, önceden gördüğü tanıdığı pek çok kişiyi bir arada görünce hafif bir şaşkınlık yaşadı. Ablasının doğumgününden hafızasında kaldığını tahmin ettiğim birşey yaptı sonra. Üzerinde mumları yanan pastasını görünce kendi kendine alkışlamaya başladı. Böyle bir sahnede bu yapılıyordu diye düşündü galiba. Hepimiz çok güldük. Bir de, ellerini kullanmadan pasta yiyişi vardı ki herkesi yine çok güldürdü.
Uyku saati geldiğinde, eğlence ve hareketi bırakmak istemediği ama yorgunluktan da bitkin halde olduğu her hareketinde belliydi. Yaklaşık iki dakika kadar sürdü uykuya dalması. Ya da sızması demeliyim belki. Küçücük vücudu için yoğun bir gündü. Deliksiz uyudu sabaha kadar.

Bilerek sipariş vermemiştim ama, pastasında 6 tane mum olması iyi oldu. Böylece, ablası da pastada kendi yaşı ile ilgili birşeyler bulup kendini kötü hissetmedi. Yapılan hazırlıkların her ikisi için de olduğunu söylemiştim önceden. Mumları bu şekilde görmek ve kardeşi yerine üflemek de çok hoşuna gitti.

İkisini de neşeli, canlı, hareketli görmek, birlikte böyle günler yaşamak aslında anne ve babaları olarak bize verilmiş ödüller. Çok yoruldunuz, gerildiniz, bazen birbirinizi kırdınız, yapmak istediklerinizi ertelediniz, ama bakın bu anlar da sizin ödülleriniz...Yaptıklarınızın karşılığını bu şekilde görüyorsunuz ve asıl hediye bugün size verildi, diyor derinden bir ses. Ben buna inanıyorum. Zorlandığım her anda ödülümü aklıma getiriyorum. Ve hiç yanılmıyorum...

Minik oğlum ve şeker kızım, iyi ki doğdunuz, iyi ki varsınız!

Pazartesi, Aralık 26, 2005

İyi Haftalar!

Neden blog başlattın diye soran arkadaşlarıma henüz net bir açıklama yapabilmiş değilim, ancak çok keyif aldığım bir gerçek. Her sabah, arkadaş bloglarda neler yazılmış, bebişler neler yapmış, bizim hayatımızla benzer neler yaşanmış, yazdıklarıma ne gibi yorumlar yapılmış, ben neler yazsam diye merakla açıyorum bilgisayarımı. Çalışmaktan bunaldığım anlarda da, şöyle bir tur atmak çok iyi geliyor.

Aranızda olmaktan çok mutluyum.

Herkese iyi haftalar!

Perşembe, Aralık 22, 2005

Farklılar...

Derler ya "beş parmağın beşi bir değil" diye. Çok doğru.

Yavaş yavaş farkediyorum ki, oğlum ve kızım birbirlerinden çok farklılar. Daha yolun çok başında olmamıza, oğlumun ilk yılını yeni dolduracak olmasına rağmen, bazı farklar net görünüyor. Cinsiyetlerinin de mutlaka etkisi vardır. Erkekler daha aktif, kızlar daha narin genellemesi bizde tutuyor mesela. Kızım küçük bir hanımefendidir, giydikleri uyumlu olacak, o kıyafetin altına giden ayakkabı giyilecek, o deftere yazdığı belirli bir kalemi vardır kaybedilmeyecek, örtüsü kalıp gibi ve yatağın her tarafını kaplıyor olacak. Ufak bir bakışımızdan etkilenir, yüz ifadelerini takip eder, kırılgandır, son derece dikkatlidir.

Oğlum da, yaşı gereği tam bir araştırma canavarı. Tehlikeli ve güvenli ayrımı henüz olmadığı için sürekli tetikteyiz. Ancak, dokunmaması gereken herşeye bilerek ve isteyerek hem de istikrarlı bir şekilde, küçük yüzündeki o çapkın gülümsemeyle dokunmaya devam ediyor. Elektrik kabloları mesela. En favori, etrafındakileri çileden çıkartma oyuncağı. Ya da prizler. Çok eğleniyor bize bakıp. Bizse, bu şirin surat karşısında otoritemizin darbe almaması için gülmemeye çalışıp, çoğunlukla başarılı olamıyoruz. Kızımın bu yaşlardaki meraklılığına ilave olarak oğlum bir de korkusuz.

İkisi de kendilerine özgüler. Birbirlerinden farklılar. Karşılaştırma yapmak yapılabilecek en büyük hata. Her ikisinin de gelişimlerini merak ve hayretle izliyoruz. Bloglardan birinde okumuştum ama not etmemişim sahibinin adını. Diyor ki; şaşırmak en sevdiğim duygudur. Biz bunu bol bol yaşıyoruz:)

Salı, Aralık 20, 2005

Nereye?

Karar vermek, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası.

Yol ayrımlarındaki V harfinin alt ucunda durup, türlü soruları düşünüp ihtimalleri hesaplamak, heran yapmak zorunda olduğumuz bir iş. Seçim yapmak ve yaptığımız seçimlerin sonuçlarına katlanmak ya da onlarla mutlu olmak...Ya da mutlu olurmuş gibi yapmak...Aslında ne yapmak istediğini bilmek ama, yörüngesini değiştirmenin imkansız olduğunu bilen bir gezegen olmak...

Yaptığım işi düşünüyorum uzun zamandır. Mezun olalı 10 yıl olmuş. Çalışmaya başlayalı ise, daha çok yıl. Bildiğim, tanıdığım bir ortam içindeyim artık. Başarılı mıyım? Cevabı göreceli...Bir işim var, işsiz kalmayacak kadar çevrem var. Bu bir başarı. Peki nasıl hissediyorum? Bu seçimi ben yapmamışım gibi...Sanki yolda giderken bana göktaşı çarpmış ve ben kendimi şu an yaptığım mesleğin okulunda okurken bulmuşum. Sanki ben başka şeyler yapmalıymışım. Kumaştan elbise, ağaçtan mobilya, kilden heykel, müzikten dans, topraktan bitki yaratmalıymışım...Bir malzemeyi alıp işleyip başka bir şeye dönüştürmeliymişim.

33 yaşına gelince insan bunları sorguluyor demek. Üzerine olmayan bir elbiseyle dolaşmak, dahası bundan kurtulamamak ne kadar rahatsız ediciyse, ben de öyle hissediyorum bu aralar.

Çözümü ile ilgili en ufak bir fikrim yok. Kontrol edemediğim bir nehirde akıp gidiyorum sadece. Denize dökülebilmeyi umarak...

Çarşamba, Aralık 14, 2005

Kalbimiz yumruğumuz kadardır...


-B.E. : Biliyor musun Dilek Teyze (bakıcımız), elini yumruk yap, işte insanların kalbi o kadardır.

-D.: Öyle mi?
-B.E.: Evet. Ama anneminki daha büyük.
-D.: Aaa, neden?
-B.E.:Çünkü hem beni hem kardeşimi çok sevdiği için. Kalbi daha büyük bu yüzden...
-D.: ....
...
Hangimizi daha çok seviyorsun? diye her sorduğunda ne diyeceğimi bilemeyip lafları geveliyordum. Sonra, içini rahatlatmanın ancak eski yerinden hiçbirşey eksilmediğini söyleyerek (zaten tavır olarak hissttirmeye çalıştığımız gibi) mümkün olacağını düşündüm. Ve benim ikinizi de çoook sevecek kadar büyük bir kalbim var dedim. Sanırım hoşuna gitti ve aklı yattı. Ama kontrol etmeye devam edeceğine eminim:)

Salı, Aralık 13, 2005

Kaçamak


Bu sabah oğlumla kaçamak yaptık yine.

Ablamızı okula, babamızı da işe yolcu ettikten sonra, birlikte geçirdiğimiz yarım saatimiz var her sabah. Onbir buçuk aylık oğlum, akla gelebilecek her yeri karıştırmak istiyor. Saksıların içleri, çekmeceler, dolaplar, kapalı veya içinde birşeyler olduğu belli olan herşey onun için keşfedilmeyi bekleyen yerler. Tabii bunlara ablasının odasındaki her kutu, sepet ve dolap dahil. Kızım, kardeşiyle hemen hemen herşeyini paylaşıyor, oynamasına karıştırmasına müsaade ediyor. Tabii bazı dokunulmazlar var. Mesela renkli kalemlerinin durduğu sepet ve özel kutusunda renklere göre sıralanmış kuru, sulu, pastel boya seti. Çok haklı. Karıştırılmamalarını, renklerin yerlerinin değiştirilmemesini istiyor.

Ancak bunu oğluma anlatmak bazen zor olabiliyor. Suç ortağı bir anne olarak, yasak kalemleri de bir güzel dağıtmasına izin veriyorum sabahları. Bu durumun pek çok yararı var. Oğlum kalemleri dağıtırken merakını gideriyor, ben de onu rahatlıkla öpüyorum, kokluyorum, sohbet ediyorum. Sağa sola da koşturmamız gerekmiyor tabii. Hatta, iki arada bir derece yaptığım kahvaltımda bitiremediğim çayımı bile içiyorum bazen. Bakalım ne zaman yakalanacağız...

Hiçbir zaman, etraf dağılmasın diye çocukların çekmece karıştırmalarını engelleyen bir anne olamadım. Doğalarında var. Meraklılar. Küçük birer kaşif oldukları zamanları iyi değerlendirmeliler diye düşünüyorum. Kendilerine veya çevreye zarar vermedikleri sürece. Dağınıklık bazen insanın gözünü döndürücü boyutlara ulaşabiliyor, bu bir gerçek. Şöyle, dekorasyon dergilerindeki gibi derli toplu, ortalıkta hiç yaşam belirtisi olmayan evleri arıyor insan bazen.

Muhtelif çap ve ebatta oyuncaklar, boya kalemleri, defter, faaliyet, kıyafet, çanta, yap-boz ve lego parçaları, tanımlanamayan bir dolu parçacık, barbiler, onların kıyafetleri ve ayakkabıları, resimler, makasla kesilmiş gazete dergi parçaları...Anlatması bile yorucu. Toplaması ise insan üstü çaba gerektiriyor bazen.

Ancak emin olduğum birşey var. Bu dağınıklık bağımlılık yapıyor. Evimizi, onlarsız düşünemiyorum. Oğlumun küçücük elleri ile oyuncakları evirip çevirmesini seyretmek, kızımın hayali tiyatro oyunlarını dinlemek ve her dakika yeni şeyler öğrendiklerine şahit olmak hayatımın vazgeçilmez bir parçası artık.

Sadece, bir kaç derleyip toparlayıcı kutuya daha ihtiyacımız var. Hepsi bu...